31 Ağustos 2011 Çarşamba

HERKESİN BAYRAMI KENDİNE

Çocukluğuna dokunabilir mi insan?
Bazen dokunur ya da dokunduğunu zanneder bilmiyorum. Sırf ona daha çok yaklaşmak için iner bir yerlere, gider birilerine. Bazen başarılı olunur, bazen başarısız. Ama olunur, orda burada bir yerlerde birileriyle hep olunur.
Hiç de olunur kimi zaman ki yaradılışın asıl temeli hiçliktir; unutulur. Çünkü hiç olmayı sevmez insan. Egosu buna izin vermez bir kere. İşte, bir çocuğun büyüyüşü, hiçten hepe paldır küldür giden bir yolculuk değildir de nedir zaten?
Bayramlar neden hep çocukluğunu anlatır insana? Büyüklerin bayramı yok mudur? Bayram etme güdüsü, çocuklar ve deliler için mi kurgulanmıştır?
“Nerede eski bayramlar? Ah ulan hepiniz kaçtınız bir yerlere!” falan diye eskimiş, eskitilmiş cümlelere yanaşmayacağım. Artık insanlar da bayramlar da değişiyor çünkü. E normal olan da bu. Eskiden beş on ev varmış Ali dayıgilin oralarda. Giderlermiş birbirlerine bayramlaşmaya güle oynaya. Şimdi Ali Ağaoğlugilin etrafında dönüyor dünya. En şık giysilerimizi, marka çantalarımızı, lüks arabalarımızı alıp gidelim mi bayramlaşmaya? Kabul eder mi bizi? Bilmem. Herkesin bayramı farklı çünkü. Herkesin bayramı kendine. Kimine deniz, bayram, kimine İstanbul. Kimine el öpmek, kimine el öptürmek… Kimine para, kimine yara… Farklı işte herkese. Ama asıl garip olan ne biliyor musunuz?
Hiç bayram etmeyenler. Edemeyenler ya da. Onların bunu düşünmek için bir yığın nedeni var. Belki de yok bilmiyorum. Çocukluklarındaki sandıkları karıştırıp karıştırıp iğne oyalı mutsuzluklar buluyorlar kendilerine. Kendilerini bulamayanlar mutsuzlaşıyor başkalarının bayram ettiği günlerde. Dini, milli bayram tamam süper hepsini kutlayalım deli gibi ama manevi bayramlarımız, içimizdeki bayramlarımız nerede bizim?
Şimdi mesela bu yazıyı okurken çok mutlusunuz diyelim… Sağ olun, buralara kadar da geldinizJ Ben de mutluyum ama sabitlenmiyor ki mutluluk, müzeye kaldırılıp bakılmıyor ki itinayla. Bir yığın his barındırıyoruz içimizde. Biri vuruyor arkamızdan tekmeyi. Biz düşmesek bile mutluluğumuz düşüyor. Ben kaç kere gördüm benimkini yerde tepetaklakJ Hı bu darbeler de bayram seyran dinlemiyor. Her an hazırlıklı olmak lazım. Sizin başınızın üzerinde taşıdığınız mutluluğu elin adamı geliyor, topuklarınıza kadar düşürüp onu orda topuk dikeni yapıveriyor.
Siz daha fazla ilerleyemeyin diye. Çünkü bayramsız o. Çünkü çocukluğunda başucuna koyduğu bir kırmızı ayakkabısı hiç olmamış onun. Gözü hep başkalarının ayakkabılarında olmuş. Belki onu almak için uğraşmamış bile sonra büyüdüğünde.
Bir türlü içine sindirememiş sizin manevi bayramlarınızı. Çünkü bayramsız o. Ne yaşamış, ne yaşatmış bilmem, kaskatı kesilmiş. Hayatın ona kazandırdığı en büyük öğreti, acımamak olmuş, aldığı en kalıcı yara da mutsuzluk.
Böyle insanlar varsa etrafınızda, üzülerek söylüyorum, uzak tutun hayatınızdan. Dini, milli bilmem, bayramsız insan kötüdür. Siz denize attığınız taşla mutlu olurken, o itinayla gelir, o taşı gediğinize oturtuverir.
Ben bunları ağustosun son akşamında Ankara’da bir cafe’de yazıyorum. Ne eskilerin anlattığı gibi yaşıyorum bayramı, ne de bayramsızlaşıyorum. Sadece içinde bulunduğum andan keyif almaya çalışıyorum. Öyle bayramsızlarım falan da yok etrafımda ama kendi bayramımın resmini yapıp bırakıyorum…
Sahi siz nerelerdesiniz? Hangi bayramı yaşıyorsunuz, hangi duygulara yaklaşıyorsunuz? Tatlı yiyip tatlı mı konuşuyorsunuz, yoksa çikolatanın bile en bitter haliyle acılarınıza gem mi vuruyorsunuz?
Hıı yanlış da anlaşılmasın. Bitter güzeldir, tatlı güzeldir. Bence canınızın istediği her şeyden yemelisiniz. Dost olun böreklerle, sarıp sarmalanın sarmalarla. Derin bir nefes alın sonra ve neyle mutlu oluyorsanız, onunla bayram edin.
Hiçbir şey eskisi gibi değil evet. Bayramlar da olmayacak. Siz de sadece isteyin ve kendi bayramınızı ilan edin!

Gonca CENGİZ
31.08.2011



18 Ağustos 2011 Perşembe

İNCİR REÇELİ

Aslında bir süredir var olan ama yıldızı yeni parlayan bir film İncir Reçeli.
Hatta uzun bir süre kendisini izlememek için direndiğim, “Reçelden de film mi olurmuş?”  dediğim, popülerleştikçe soğuduğum…
Yani anlayacağınız bir hayli “önyargı” lı olduğum… Metin gibi, sizin gibi, hepimiz gibi…
Ben, Sezai Paracıkoğlu’nun Facebook’taki videolarından sıkıladurayım, sevgili arkadaşlarım, filmi çoktan izlemiş, o hayran kitlesine dahil olmuş, beni de filmi izlemem için ikna etme çalışmalarına başlamışlardı bile. Neyse bir süre direndim ben. Ama dün bu saatlerde tüm muhalif tavırlarıma rağmen, filmi açan arkadaşlarım sayesinde ben de bu furyaya katılmış oldum. Pişman mıyım? Tabi ki hayır. Yine olsa, yine yaparım ama bu sefer ağlarım. Rahatça hatta hönkür föşürt J
İncir Reçeli, bir Aytaç Ağırlar filmi. Filmin esas kızıyla esas oğluysa, Duygu ve Metin. Şöyle söyleyeyim, ablamız, hani şu an Show TV’de 24 saat yayınlanan Doktorlar dizisinin Zenan’ı Melike Güner, abimiz de “Benim buuuuu deeerdiimm…” diye yanık yanık şarkı söyleyen Sezai Paracıkoğlu.
Metin, TV programlarına skeç yazarak hayatını sürdürüyor. Yazdığı senaryolardan birinin kabul edilmediği bir günde her zaman gittiği bara gidiyor ve işte orada Duygu’yla tanışıyor. O günden sonra da Duygu ve Metin için başka bir hayat başlıyor. Zaten başka olan hayatları birbirleriyle daha da başkalaşıyor. Hayatın içinden karakterler ama bizim gibi değiller. Başkalar işte…
Herkesin ağladığı ve çok etkilendiği filmleri sevmem ben. Baştan önyargılı olurum. Hatta çoğu kez film vizyona girer girmez izlemediysem(Aşk Tesadüfleri Sever’de olduğu gibi) hiç izlemem bile. Ama diyorum ya bu kez kandırdılar beni ve iyi ki de kandırmışlar.
Film başladığında alabildiğine kusur buldum her şeyde.” Ne yani siz şimdi buna farklı mı diyosunuz, üff çok etkilendim!” falan diye başladım homurdanmaya. Bir de bir sahnede olayı çözdüm ki erkenden, sıkılmaya başladım tabi sonra. Ondan önce “Kız, hayalet mi?” bile demiştim düşünün. Hayır, öyle olsaydı, sabahın 7’sinde evi terk edecektim çünkü! J Hani film devam eder, eder… Heyecanla beklersin ama aslında hepsi rüyadır. Ooldu canım… Ben de salağım burada, sabah namazına müteakip sizi izliyorum ve böyle takdir ediliyorum, oolduu…
Neyse ki rüya falan değilmiş. İzlemediyseniz, en azından bunun rahatlığıyla izleyebilirsiniz bu filmi. Parçaları birleştire birleştire, pür dikkat izleyin. Ya da hatta izlemeyin hiç. Bence direk ışığı kapatıp ağlamaya başlayın. Öyle benim gibi de yapmayın. O kadar eleştirdim herkesi, “Ne sulugözsünüz beee!”  diye, sıktım kendimi ağlamamak için. Ama iş öyle olmadı tabi. Filmin sonunda boğazıma oturan öküzle birlikte hönkür föşürt ağlıyorduk. Ya da pardon, sağ gözüm kupkuruyken sol yanım ıslandı durdu. Nedeni hala araştırılıyor J



Hayat ne çok hikaye saklıyor içinde. Hatta insanlar bilmediğimiz neleri saklıyor içinde… Biz herkese herhangi biri gibi davranıyoruz. Oysa bir kişide herkes saklı. Herkeste de biri. İşte onlar da saklandıkları yerlerden aşk için çıktılar.
Dokunmadan aşk olur muydu peki? Neydi bize anlatılmak istenen? Asıl cellât önyargılarımız mıydı, zincirlerimiz mi, karşıdakinin bedenini ele geçirme isteği mi? Sahi neydi aşk? Dokunmak mı, dokunamamak mı? Ya da hangisi daha etkileyiciydi? Ben bunun cevabını henüz veremiyorum ama bu filmin sonunun bana oldukça dokunduğundan eminim. Zaten başlarda homurdanmamda pek de haksız değildim ama sonraları repliklerle öyle güzel toplamışlar ki gidişatı, o evdeki mumların yanına bir mum da ben yaktım içimden. Derin ve samimi yazılan replikler, hayatın içinde pek kurulabilecek cümleler olmasa da, insanı alıp götürüyor ve tabi son sahnelerin çarpıcılığı da, filme güzel dememin esaslı nedenleri…
Ah Duygu, vah Duygu neler dedin, neler ettin bana sabahın kör saatinde! Ne demekti o, “Canlı olan hiçbir şeyi sevme hakkını vermediler. Ben de incir reçelini sevdim. O, sendin sevgilim”
Ya buna ne demeli:
"Ben, insanları arabanın camına vuran yağmur damlalarına benzetiyorum. Bazen bir damla aşağı doğru kayarken, başka bir damlaya karışıp güçlenerek daha hızlı ilerler. Ben de sana karıştım aşkım. İnsanlar acımasız, savurgan… Hiçbir şeyin sonu gelmeyecekmiş gibi davranıyorlar. Bir gün şoförün camı açabileceğini hiç düşünmüyorlar..!"
Bence şimdi ne yapalım biliyor musunuz?
Hayatımızda incir reçeli etkisi yaratan şeylere bakalım…
Başkalarına karışarak güçlendiğimiz bu hayatta, şoförün camı açması halinde neleri kaybetmekten korktuğumuza bakalım.
Durun durun, yoksa siz başka bir yağmur damlasına hiç karışmadınız mı?
Ben karıştım ve daha nice damlaya da karışa karışa yoluma devam ediyorum.
Her damla başka bir hayat demek ve her damlaya dokunamasak bile onları hissetmek gerek.
Dokunabilmek ayrıcalıktır biliyorum
Ama dokunmamak da öyle…

Yine sağ gözüm kurudu benim, sol gözüm ıslak. İlla elin değmesi gerekmez ki bedene. Düşünceyle de dokunur insan, konuşarak da dokunur.
İşte replikleri, konusu ve müziğiyle bana bir hayli dokunan İncir Reçeli, benim için bu yılın en dokunulmaz aşk filmi olmaya hak kazandı bile.


Hazır, incir de çıktı, alın incirinizi ya da incir reçelinizi elinize, bu filmi izleyin.
Hem karnınız doysun, hem kalbiniz.
Ve dokunabildiğiniz şeylere bir kez daha dokunup şükredin.

Ama asıl dokunmadan sevdiğiniz şeylere gönderin şükürlerin en büyüğünü.
Çünkü asıl kutsallık, dokunulmayandadır!

Gonca CENGİZ
19.08.2011

14 Ağustos 2011 Pazar

GİTMEK, GİTMEKTİR İŞTE.

Zamanla değişir her şey. Hoş gelişler, gidişler gerçekleşir. Gelmesiyle bir diğer insanın midesinde
kelebekler uçuşturan insanoğlu, gidişiyle öldürebilir. Ya kelebeği ya da sevilmesi için oluşturduğu sebepleri.
“Ne yani kelebekler ölmesin diye biz gitmeyecek miyiz?” der birileri. Gideceksiniz efendim, gideceksiniz de böyle değil. Üslup bilir misiniz mesela?
Hani şu söylendikçe tınısı güzelleşen kelime: Üslup.
İçeriğin kardeşidir ve hatta kurtarıcıdır çoğu zaman. Anlatacağınız şey kötü bile olsa, bazen öyle iyi anlatırsınız ki, lal edersiniz karşıdakini. İşte, aşkta, her yerde…
İşte, gelen insanın üslubu dillere destandır da, giden anlamaz içerikten üsluptan. Edebiyatı bırakın anlamaz olur edepten falan.
Doymak ne kötü histir a dostlar. İnsan ancak doyduğunda gider. Fazlasını istemediğinde. Deneyin, gitmek ya da terk edilmek istediğinizde ayrılacağınız şeyi alabildiğine tüketin; işe yarayacaktır.
Bir gitmektir geldi aklıma, takıldı dilime. Zamanın sebepsiz gidişleri… Anlamaya çalışıyorum, anlayamıyorum. Hani şu “tüketmek” ten oluyor diyeceğim ne varsa, tükenmemiş nice aşk görüyorum. Hatta daha başlamamış olanlar... Hoş gelişler, sebepsiz gidişler…  Üslubu bozuk terk edişler ve nice kelebek cinayetleri…
Biliyor musunuz gitmek yine iyi aslında, gidebilmek. Gidemeyenleri ne yapmalı? Dalga mı geçiyorsunuz kardeşim siz? Ne bu böyle “Seni seviyorum ama olmaz” lar falan. “Evet, ben seninle evlenmek istiyorum ama Hatice’yle neticeye de bakmak lazım.” lar… Düpedüz şey değil mi bu? “Beni bırak canım, gelirsem seninimdir, gelmezsem zaten hiç senin olmamışımdır.” E bırakalım biz sizi tutmayalım…  Avuç içimizde durmak neyinize, buyurun ayağımızın altına…
Peki, bırakalım bu gelmeleri gitmeleri falan da gelelim şu “doğru kadın-doğru adam” arayışına…
Bir doğru kadın ve bir doğru adamla neler yapabiliriz ona bir bakalım. Türk kızıyım, aklım hemen evliliğe çalışıyor. Harika bir evlilik yapabiliriz meselaJ Huzurlu akşamlar, neşeli sabahlar, çocuklarla şenlenen bayramlar, gittikçe güzelleşen günler ve daha nicesi…
Şu anda beni okuyan karşı cinsim nasıl da gülüyor orda kıs kıs. Şimdiye kadar gülmediyse bile artık gülecek. “Biriniz de evliliğe karşı olun!” diye feryat edecek. En marjinal kadınlar bile er kişinin evine diş fırçası bıraktığı gün işler değişir bilirim. Neden korkuyorlar onu bilmiyorum ama adamın evine kendini hapsedenler falan olmasa böyle düşünmez bunlar. Adam haliyle bilemiyor tabi böcekle mi yaşıyor, insanla mı? Ama gördüklerim bana der ki: Bir adamın evine diş fırçası bırakmak, “artık evlenelim” in başka bir “Üslubu”dur J


Yani ben bu baskıyı yapan kadını da anlamıyorum. Hayır, ben 88 yıldır bir ilişki içindeyim, hiç yatıya bırakmadım adamın evinde diş fırçamı. Götürdüğüm gibi geri getirdim. Adamlar takık. Ben size söyleyeyim. Söyleyeyim de, erkeklerin ne istemediğini az çok anlamışken, ne istediğini de hala anlamış değilim.
Ne istiyor mesela? Dişini hiç fırçalamayan kız mı? Iykkk! J Ya o değil de, hatırlıyor musunuz eskiden yine az da olsa dinlerdik kızların tepesinden gül döken amcaları. Nerdeler onlar? Topluca Somali’ye falan mı gönderildiler? Hayır, romantizmin lanetlenip kapitalizmin baş tacı yapıldığı bir ülkede yaşıyoruz da ondan şeettiimm!
Bir “gitmek” dedim, buralara neden, nasıl geldim bilmiyorum. Fazla söze ne hacet, “Gitmek, gitmektir işte.” diyor Cem Adrian. Sahi o gidebiliyor mudur? Ya da gidiyorsa, nasıl gidiyordur? “Git-me dur ne olursun!” diyeni olmuş mudur?
An gelir, başınız ayrılır gövdenizden. Başınız bir yere, gövdeniz başka bir yere gitmeye kalkar ve siz onları olmadık bir yerde, olmadık bir zamanda birleştirmeye kalkarsınız. İşte, asıl kıyamet o zaman kopar. Onlar bir kez ayrıldı mı birbirinden, itina isterler, sessizlik, sabır isterler.
Sabırla başınızı ve gövdenizi yeterince dinleyip onları uzlaştırmayı başaramazsanız, savrulur, ikiye ayrılırsınız. Sonra… Sonra katil olursunuz! Ya başınızı öldürürsünüz, ya gövdenizi.
İşin kötüsü, ne istediğinizi bilmezseniz, asıl, içinizdeki kelebekleri öldürürsünüz ve bunun adı umut cinayetidir.
Ben, siz, onlar, kelebekler olmadan yaşayamayız…

Gonca CENGİZ
15.08.2011



1 Ağustos 2011 Pazartesi

RAMAZAN, “NEFİS” TİR!

Ramazan ayı gelirken, sizlerin aklına neler düşüyor bilmiyorum ama bu ilahi detoks yöntemi, gelmesiyle beni çok zorlasa da, alıştıktan sonra hiç gitmesin istiyorum.
Bu yalan dünyada yuvarlak bir kutunun içinde oradan oraya koşturan hamsterlar gibi saçmalıyoruz çünkü hepimiz. İnancı ve ibadeti çok yüksek olanlar bile bu ay hissettiklerini hissetmiyorlar kalan 11 ayda.
Hissetmek evet… Ben çok yoğun şeyler hissediyorum mesela bu ayda. Uğraşmıyorum böyle olması için ama durduk yerde gözlerim doluyor. Paldır küldür oturuveriyor boğazıma bir düğüm. Hele de ezan vakitlerinde…  Sabah ezanlarından zaten oldum olası fazlasıyla etkilenip, ürkmüşümdür. Peki ya iftarda duyduğumuz ezan, tüm günün zorluğunu alıp götüren o ulvi ses? Duyduğum an mıhlanıyorum olduğum yere. Derin bir nefes alıyorum önce ve sonra tabi şükür, şükür üstüne… Bir süre açamıyorum orucumu, ezan bitmesin istiyorum.
Esas ulvi his, tam da o an yaşanıyor çünkü. İçilen hiçbir suyun tadı o andaki yudumların yerini tutamıyor. Zaten oruç açmak bir nevi kavuşma hissi bana göre. Hatta bence hayatın genelinde hep bir şeyler için oruç tutuyoruz. Evet, Ramazan ayındaki kadar nefsimize hükümdar olamıyoruz belki ama zamanı gelmeyen şeylere kavuşmayı hep bekliyoruz.
O beğendiğimiz restoranda belki sadece bir kez yemek yiyebilmek için, belki fıstık yeşili bir ayakkabı alabilmek için ve belki de eve sadece yarım kilo kıyma götürebilmek için bekliyoruz işte. Kim bilir…
Ya da düşünsenize, oruç, markette abur cubur reyonunun önüne bırakılan küçük çocuğa içlerinden yalnızca birini seçmesini söylemek değildir de nedir?
Oruç, gerçekten açlıktır bence ve nadiren de olsa, aç kalanlar tarafından daha çok değeri anlaşılandır. Evet, sizin de bildiğiniz “varı da, yoğu da görme” mevzusundan bahsediyorum. Hiç olmayan ya da hep var olanda değildir işin sırrı. Bir var, bir yok olandadır. Kavuşmak için beklenendedir.
İşte ilahi kudrette de bu anlatılmaya çalışılmamış mı? Sevdiğimiz şeylerin değil bizden bir ömür alınması, sabahtan akşama olmaması durumundaki hallerimiz kaydedilmiyor mu bir bir? Sıradan şeyler muamelesi yaptığımız, canım ekmeği ve suyu daha çok sevmemiz gerekmiyor mu?
Sadece ekmeği ve suyu değil tabi. Kalbimizi, beynimizi, bizi doyuran her şeyi… Hatta daha çok, kavuşmayı beklediğimiz ve uzun zaman sonra kavuşabildiğimiz onca şeyi. Hem var, hem yok gibi. Yarın elimizden kayıp gidecekmiş gibi…
İşte bunları hatırlattığı için Ramazan, nefistir. Bedenimizi ve ruhumuzu terbiye etmenin en güzel halidir. 11 ayın sultanı, şeytanın bağlandığı aydır ve işte bu yüzden, nefsimizin de gerçekten nefis olduğu tek aydır.

Hayatta “cıs” larımız var ya, ta küçükten bugüne getirdiğimiz şu yapılmayacaklar listesi… Yasak elma çetelesi… Ne de güzel kabul ederiz bugünlerde onların yapılmayacağını. Uslu uslu otururuz yerimizde. Yemekler nefis, kalpler nefis…
Bir şeyler yapalım da affedilelim diye bekleriz hepimiz. Hatta bazılarımız, irademiz, hep bu ay olduğu kadar kuvvetli olsa diye dua ederiz.
Düşünüyorum da çok mu zor diğer ayları da Ramazan güzelliğinde yaşamak? Evet zor. Çünkü unutuyoruz. Zor; çünkü bencilleşiyoruz. 10 şehit görmeden yürüyüşe çıkmayan bizler, Ramazan gelmeden de yemek çadırı kurmuyoruz.
Sizler, eski ve yeni arasında nerede duruyorsunuz bilmiyorum. Ya da sevapla günah arasında… Ben çoğu zaman arada sıkışıp kalıyorum da, ondan boğazımdaki düğümlerim. Yasaklarım, yasallarım… Kavuştuklarım, kavuşamadıklarım…
Ramazan gelsin, davul çalsın istiyorum. İftarla sahuru, istemeyi, şükretmeyi seviyorum. Seviyorum da, ben de bu dünya da yaşıyorum. Yalanım ben, talanım. Kah düşüyorum, kah düşürüyorum.
Aç kalmayı sevdiğim kadar, doymayı da seviyorum. İnsanım ben, doyumsuzum. Nefsine şeytan vuranım.
İşte şimdi de diyorum ki, madem diğer aylar yeterince yapamıyoruz, biz de bu ay, şeytanı da, nefsimizi de on ikiden vuralım!
Hayırlı Ramazan’lar efendim…


Gonca Cengiz
02.08.2011