3 Şubat 2017 Cuma

Kader, vardır

Ne yazacıgımı da bilmiyodum ya bu gece ama kader mıydı; yazacaktım işte. Halil sezai, caresiiizzz içimdekİ cocuuukkk diye isyanlardayken arka fonda, benim klavyem calışmazken.cuma daha henüz başlamış ve derhal bitecekken, beni kac kişi anlar , kac kişi okur bilinmez, aslında hayat kimleri tam kucaklar tartışılırken... yine kış, yine soğuk. İki günün arası buruk ama bugünle yarının arasını etkileyemeyecek kadar da umutlu.
Bugün benim kafamda şey var.hani eski türk filmlerinden; "acımadı ki" bu sey gibi, kac kadeh kırıldı sarhoş gonlümdeeeeeeeee diye bağırırken , kafayı en yukarı kaldırıp sıradaki şarkı bana gelsin demek gibi. Evet, sana gelsin sıradaki şarkı, beni okuyan, uğraştığın onca şeye rağmen cığlıklar atsan da , yırtsan da kalbini en olmazların içinde, o başını kaldırıp kendine inanıyosun ya bi gece yarısı, sana gelsin.
Bana da gelsin be. Hayatında azıcık nefes almak isteyene gelsin. Ne gelirse gelsin başına, acımadı ki diyenlere... karamsar olmaktan daha güc artık pozitif olmak.olabilenlere gelsin. Kendini duyana... hep söylerim layıgında kendiyle tokalasana, hatasında kendini tokatlayana gelsin.
Bugünün öğretilerinden ve hayatın genel mesajı aslında; sen istersin de , olacak olan senin istediğinden ziyade, o'nun istediğinde olur.
Cok oyalamıcam; kabul et
Cabalamaya devam et
İyi niyeti ve yanındaki iyi niyetlileri kaybetme
Vucut enerjinin farkında ol. Ellerinin mesela. Ellerimizin inanılmaz bi iyileştirici gücü var; unutma.
Cengiz özkan dinle.
Tarcınlı bir şey ye

Kahve kokla.
Yanındakine sarıl
Seviyorum de
En cok kendini sev
Ve inan;

Her ne olmadıysa, daha iyisi olacagı içindir... bu arada bu en sevdiğim klişe, dalga gecme;oyle:)

20 Ocak 2017 Cuma

İCERDE

Beş yıl sonra di mi konu? Kocam içerde henüz uyumuşken...selam herkes. Selam Samiyetgüzeldir diyenler.bugün beni okuyorsanız, zaten okumak istemişsinizdir diye düşünerek, cumanızın gecesinde rahatlıkla burdayım diyebiliyorum.
Gelelim, neden yazımın başlığı "içerde" ?
dizi etkisiyle kurulmuş ama hayata uyarlanmış bi başlık çünkü o.ondan. Sen biliyo musun mesela içinde bulunduğun ortamda kim içerde kim değil. İşte ben de bilemediğin, bilemedeğimiz şeyler için burdayım.kim gerçekten seninle, kim değil. Bunu tartma yöntemini bilmiyorum, ama kendiminkini biliyorum artık az çok.o yüzden beş yıl sonra burdayım.cocuk niyetim, ondan daha büyük niyetlerimle.
Mesela samimiyet, acılanması acınla. Gülmesi mutluluğunla. Sebebine, sonucuna bakmadan sen olması. Varsa ondan, sarıl ona. Güdüsüz, kendi gibi, varsa sana gelenin sarıl ona. Bi nefes al, yaslan arkana, hissedersin.
İçerde... çünkü kaç kişi gerçekten o hayatında, bilmiyorsun ki.bildiklerinle yürümeye çalıştığın yolda, bildiklerine amenna da, bilmediklerin, bilemediklerin di ya konu; bilmiyordun. Yine de eyvallah tı hayat, bi çok zaman ben buradayım, ne gelirse, gelsin di. Gelsin' di....

Sana, bana,ona samimiyetle ne geliyorsa gelsin'. Radyoda "AĞLAMAK GÜZELDİR" ÇALARKEN....

Ne. Olursa olsun, ben sana geliyormuşum , sen bana geliyormuşsun gibi. Beni nerden tanıyorsun bilmiyorum, ben burdayım ve senle, benle ilgili konuşup Durucam. Duyucam seni. Bana anlat isticem. İçerde napıyorsun çok da bilmeden;konuşçaz işte.
Selam çocuk; biz hepimiz çocuğuz burda. Yaralarımız, karın ağrılarımız, her şeyimizle buradayız.
Hadi şimdi bugün kim içerde bırak, anlat, anlat ve anlat....
Bu arada, dizi de güzel ha;izle. Türkiye burası;yazarken zorlandığın ama gururlandığın ülkenin içindeyiz biz.
Benim bugün, sana, bana söyleyeceğim en önemli şey, sen gercek ol, hayat gerekeni yapar. Selam yeni gelenim; selam hep varolanım, devam hissettiklerine, burdan da biraz koyabilirsek uzerine ne mutlu...

7 Aralık 2011 Çarşamba

BEN KÜÇÜKKEN

    Bu yazı, Nihat Sırdar’ın radyo programından esinlenilerek yazılmıştır.

Ben küçükken, Erikli suyun içinde gerçekten erik var zannederdim; “erikli” derlerdi ya, öylece inanırdım işte. Çok sonraları anlayacaktım sunulan şeylerin içinin bazen sadece vaatlerle dolu olacağını.
Birer birer sandık lekesi olacaktı anılarım. Kucağımda biriktirdiğim erikler, bugün hayat çalanların yaptıklarının yanında hiçbir şey olacaktı.
“Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden.” diyordu Ahmet Haşim. Kendisi ağır çıkabilmiş miydi ya da eteklerinde bir yığın gümüş rengi yaprak mı vardı yoksa düpedüz güz mevsimimi miydi kucağında taşıdığı?
Ben küçükken, büyüdüğümde onu çok özleyeceğimi bilmeden önlük giyerdim. Çok sevsem de, her gün aynı şeyi giymekten sıkılırdım işte. Büyük olmak, uzun kabanlar, topuklu ayakkabılar giymek isterdim. Şimdi büyüdüm, uzun kabanım da var, topuklu ayakkabılarım da. Ama içimde o his yok. Evimin önüne gelip beni okuluma bırakan servisim yok. Hı şu sırt çantama sakladığım kocaman su geçirmeyen kabanım da. O servislerde yaptığımız savaşlar da yok. O günlerde hayal edemeyeceğim savaşlar var şimdi, bambaşka savaşlar…
Servis arkadaşlarım yok. Hani üst devre olup hep benimle konuşan kızlar: Esra ve Ceyda. Hı evet Esra- Ceyda kardeşler var şimdi. Abuk sabukluğun tarihini yazıyorlar. Belki ben küçükken bizim kızların büyüdüklerinde öyle olacaklarını söyleseler, fazlasıyla korkup “Siz büyüyün, ben büyümüyorum!” diye çığlıklar atardım! Neyse ki, onlar, onlar değil J
Ben küçükken, kafasına yumurta attığımız adamlar vardı. Laf attığımız ablalar, ağabeyler ve tüm bunlar olurken bizi sokaktan izleyen teyzeler, evlerinin camından izleyen çocuklar… En çok da o camdan bakan mahalle çocuklarına takardım. Niye uzatırlardı boyunlarını oradan, onların okulu yok muydu? Hem niye duruyorlardı ki orada öyle? Ya aşağı inip savaşımıza katılsınlar, ya da uslu uslu içeri girsinlerdi.
Onu da sonradan anlamıştım. “Sadece bakanlar” ın, küçüğü büyüğü olmazdı. O yıllarda da geri çekilmek de, ileri gitmek de bir hamleydi ve en basit hamle bile olsa, elinde piyonu bile olmayan nice insan vardı.
Ben küçükken, öyle gün sonlarında “Bize gel, kahve içelim” cilik ya da facebook’tan dürt, twitter’dan followla falan yoktu tabi. Dansa davet vardı. Daveti bol olup dansı hiç olmayan ama yine de cümleten keyif aldığımız o oyun. Sonrasında yenilen renkli lokumlar, macunlar, meybuzlar ve dahası…
İki genç “çıkalım” diyince eve köye çıkılmaz, samanlık da seyran olmazdı. Neden mi? E ne samanlık bilirdik biz, ne de ev. Bahçe bilirdik biz bahçeeee! Nasıl mı? Vatandaş gelir, “Benimle çıkar mısın?” der sana, sen de evet dersen, bahçede iki tur salınır havalı bakışlarla sınıfınıza dönersiniz. Bunlar ilköğretimin mevcutları tabi. Lisede de bir sokak öteye gidiyorduk hepsi bu :P
Ne çok şey değişti, ne çok şey öğrendik zamanla. Bunlara da güzel mi güzel katkıları olan bal-kaymak gibi öğretmenlerim vardı benim. Özellikle de Türkçe öğretmenlerim. Hepsine selam eder, ellerinden öperim. Ben küçükken, okuma-yazma günlerimiz, konuşma saatlerimiz ve tiyatro etkinliklerimiz vardı. İyi ki de vardı, şimdi var mıdır, olduruluyor mudur bilmem…
Ha bir de yeri gelmişken-ki dayağın yeri hiçbir zaman gelmez- İlkokul birdeyken, sıra dayağı atmadan günü kapatmayan bir öğretmen(!)im vardı benim. Onun yüzünden, paldır küldür başka bir sınıfa aldırmıştı beni canım ailem. Evet, ben küçükken, bir de “o” vardı. Diğerlerine selam olurken, ona da yazıklar olsun “sıra” sı gelmişken.
Siz küçükken ne vardı? Hangi renk Power Rangers ya da Ninja Turtles tınız mesela? Benim gibi “abone” dansı yapıyor muydunuz, yerden ne kadar yüksektiniz? Siz de hep Barbie’yle Ken’in evlenmesinden yana mıydınız ya da 2000li yıllarda Jetgiller çağına gireceğimizi düşündünüz mü?
Peki ya bu günlere geleceğimizi?
“Büyüyünce ne olacaksın tatlııııımmm?” sorusuna verdiğimiz cevabı uygulayabiliyor muyuz ya da o günlerde evleneceğimizi düşündüğümüz kişiyle mi evliyiz-evleneceğiniz?(Hayır, ben Süleyman Demirel, Mesut Yılmaz ve Turgut Özal diyormuşum daJ)
Şimdi, “Anneni mi daha çok seviyorsun, babanı mı?” da dahil olmak üzere, hala aynı sorular soruluyor çocuklara ve nerdeyse hiçbiri daha o yaşlardayken dahi bu soruları mantıklı bulmuyor.
Hoş, bulsalar da bulmasalar da, hoş gelse de gelmese de, bu sorular daha çooookk sorulacak, cevapları da daha çooookkk değişecekJ
Unutmadan, ben küçükken, “Annemi de, babamı da eşit seviyorum” derdim.
Kalanları da zamanla birlikte görelim, diyorum.
Siz de güzel günler görün.
Hatta gerekirse kızınızı değil; dizinizi dövün. J


Gonca CENGİZ
08.12.2011


2 Aralık 2011 Cuma

“ASIL”, YALNIZCA BİR KOMUT DEĞİLDİR

Asıl olan nedir biliyor musunuz? Sizi, kimin ne kadar büyüttüğü.
Biri ya da bir olay, ne kadar ileriye götürdü sizi?
Hayatta mutlak olan, en ileri gitmek değildir bilirim ama kimsenin gayesi de gerilemek değildir pek tabi.
Peki, neleri unutamaz insan? Hayatının en reytingli sahneleri nelerdir? En acılı, heyecanlı ya da mutluluk dolu sahneleri değil mi? İşte tam da bu anlarda şükran borçluyuzdur hayatımıza giren herkese, her şeye.
Hadi hepsini hatırlayalım bir bir… İlk aşk, ilk iş, ilk zor işveren, anne, baba, çocuk ve ötesi…
Kimle büyür insan, kişinin bu eşsiz yolculuğuna vesile olan asıl nedir, kimdir?
Büyümek nasıl olacaksa, vesileleri vardır elbet ama ona tek bir şey değildir sebep.
Büyümek, zordur, yükseliştir, sorumluluktur.
“Kim istemez ki büyümeyi?” dedirtirken, “Ah çocukluğum!” Nidalarına saklanılan ve hiçbir zaman geçmiş zaman kipinde tekrar karşılaşılamayacak şeydir büyümek.
Ama başımıza her ne geldiyse, mayalanmakla eş değerdir bana göre. Hayatımıza gelenler, hayatımızdan gidenler,  bunu anlasa da, anlamasa da, bizim her hamleden sonra aynaya bir kez daha göz kırpışımızdır.
Özgüven mi?
Bilmem, neden olmasın?
İnanç,  güç ve azim de olabilir pek tabi.
Hem insanın kendiyle sırdaş, arkadaş olmasından daha öte bir şey var mıdır bu dünyada?
Asıl olan, uzun vadede mutluluktur.
Murat Boz vatandaşımın dediği gibi “Bugünü, dünüme, yarınıma değişir giderim.” den öte, “Bugünümü yarına nasıl taşıyabilirim?”dir belki kim bilir...
Hayatımızı durdurma şansı verilse her birimize, ne yapardık bir düşünsenize. Bir düğme olsa, ona bassak ve hepimiz o anda kalsak… (ki çoğumuz düşünmüşüzdür bunuJ)
Seçebilir miydik, basabilir miydik o düğmeye? Bence özellikle biz kadınlar, belki daha iyi bir an görebiliriz zihniyetiyle kesin o şeye tuvalette falan basmak zorunda kalırdık ki aman Allah’ım ömrümüzü bir klozet üstünde geçirebilirdik!

Peki ya erkekler? Konusu skor olan her şeyde zamanı durdurmak isteyebileceklerinden şüphem yok J
Vaziyet bu. Gerçek mutluluklar mıdır bunlar, değil mi bilemem. Bildiğim, her şeyin zamanla hızla değiştiği.
Sıkıntılı olan şeyse, siz hızla değişirken, yerinde sayan zımbırtılar. Zımbırtı diyorum çünkü yerinde sayan her şey, her beyin, her kalp, zımbırtıdan ibarettir bana göre.
Hı bu yetmiyormuş gibi gerileyenler vardır bir de. Tecrübelerime dayanarak söylerim ki, bu daha çok, uzun vadeye taşınan ilişkilerde ya da arkadaşlıklarda hüküm sürer. Bende her ikisinde de öyle uçurumlar olmadı. Hep birlikte yürüdük gittik. Gidemediklerim de, kendi gittikleri yerlerde sağ olsunlar.
Asıl olan bunu diyebilmektir belki de. Biriyle yan yana yürüyemediğin andan itibaren onun yürüdüğü yolda ona sessiz dualar göndermektir. Büyümek mi? Büyümek de belki budur.
Peki ya aşk? “Allah kahretsin, ne olursa olsun, benim olsun!” değildir belki de, “nasıl mutlu olacaksa öyle olsun” dur.
Aynaya bakıp göz kırpabilmek, kalbine dokunabilmek, nefsinin boynunu bükebilmektir asıl olan.
Ve belki de büyüklüğün, değişimin, aşkın asıl teması budur.
Asıl olan, insanın kendi gözünün içine bakıp bir ben daha görmesidir.

Ve asıl olan, insanın aynasında asılı olan siluetidir aslında!

Gonca CENGİZ
02.12.2011

8 Eylül 2011 Perşembe

ALDIĞI KADAR UN


Mutluluğun resmini çizmek mi?
Yok yookk. Aslaa! Yapamam ki zaten. Küçükken en güzel resimlediğim insan, Cin Ali, en güzel resimlediğim manzara da, hani şu hepinizin bildiği dağ, güneş, nehir üçlemesiydi.
İşte o sebepledir ki, bilincimin altıyla da üstüyle de resim sanatı pekiyi anlaşamaz. Ama konuşabilirim mutlulukla ilgili, yazabilirim. Bir de her şeyin ötesinde, onu iliklerime kadar hissedebilirim. Baktım yavaş yavaş geliyor bana, burnumdan topuğuma tüm seferini keyifle izleyebilirim.
Bugün düşündüm de her mutluluk burundan topuğa giden keyifli bir zaferin meşalesi değildir aslında. Bazen bir nefes alırız ya da aldığımızı zannederiz bilmiyorum, mutluluk, vücuda yayılamayan ilaç gibi, polis gördüğünde ellerini kaldırıp teslim olan suçlu gibi kalakalır oldu yerde.
Çünkü mesela bazen kalbi kabul eder de, aklı kabul etmez insanın mutluluğu. Zaten kalple aklın ortak sonuca varamadığı yerlerde mutluluk ne kadar hüküm sürer bilinmez. Salt kalp çarpıntısı değildir mutluluk. Ya da insanın eline, ayağına gelen herhangi bir şey. E, beyne de pırlanta takamadığına göre insan, mutluluk ne yalnızca akıl işidir, ne de parayla, miktarla ölçülebilir.
(UYARI: Son söylediklerimin aksini düşünenler için yazım anlamsız gelecektir, lütfen devam etmeyiniz J)
Yani demem o ki, mutluluk hepimize göre değişen şu, jelibon kıvamındaki şey, nicel değil niteldir. Talan eder adamı, yakar geçer. Ilık ılık dolaşır damarlarda. O varsa her şey tamam, yoksa her şey eksiktir. Bir nefesle tüm vücuda yayılanıdır makbul olan, bir nefesle vücuttan ayrılanı değil.
Beka, ölümsüzlük gibi şeylere inanıyorsa insan, önce mutluluğunu sabitlemelidir. Zira bunu hissettiği andaki enerjinin aynısını hayatı boyunca bir daha hiç hissedemeyecektir.
Tarihin tekerrürden ibaret olduğu pek çok an vardır, doğrudur. Ama sanırım insan, mutluluğunun tarih olmasını hiç istemediği için bir türlü tekerrür etmez mutluluk. Kişiye özel dikilmiş gibidir, bir benzeri, başka bir yerde, bir başkasının üzerinde hiç güzel durmaz.
Ve kişi, kendine yakışan mutluluğu giymelidir, kendi mutluluğunu. Mutluluk giyilir mi? Evet giyilir. “Aşk, kaç beden giyer?” Diye sorarsa birileri, mutluluk da giyilir. Ama onun da bedenine dikkat edilmelidir. Denenirken, insanların görüşü alınmalı, deneme aşamasında gerekli çaba ve gerekli kabul gösterilmelidir.
Hatta bence asıl mutluluğun asıl felsefesi bizim mutfağımızdadır, kabinlerde de değil. İşte, mutluluğun anahtarı o sihirli cümle: Aldığı kadar un.
Aman aman amaann… Farkında mısınız Oktay Usta’nın sürekli kullandığı bu kalıbın büyüsünün? Ne olgun, ne büyük bir öğretidir bu. Yapabildiğin kadar yap, taşabileceği yerde dur, elinden artık bir şey gelmez, abartma demektir. Gülmeyin ya, “aldığı kadar un”, vallahi kabul, vallahi tevekküldürJ

İşte hayatta da “aldığı kadar un” felsefesinin eşliğinde anlık mutlulukların değil, vücuda yayılan mutlulukların peşinden gidilmelidir.
Peki, peşinden gidilen mutluluk kaçarsa kovalanmalı mıdır? Tabi ki evet. Hatta uğruna dağlar bile delinmelidir. Çünkü bu dünyanın en büyük polisiyeleri, mutluluk-mutsuzluk çatışmaları üzerine yazılmıştır.
Onlar da resmedilemedikleri için mi yazıldılar bilmiyorum. Ben de çizemiyorum ama yazıyorum ya… J
Bugün de geldim yazdım vücuduma yayılan mutluluğu.
Bir zaman sonra elimi uzattığımda tutamam diye, ben bugünün aynısından bir daha göremesem de, bugünün edebiyatını gözlerim yarın görsün diye…
Hayatımın aldığı kadar unum hep olsun diye…

Gonca Cengiz
09.09.2011

31 Ağustos 2011 Çarşamba

HERKESİN BAYRAMI KENDİNE

Çocukluğuna dokunabilir mi insan?
Bazen dokunur ya da dokunduğunu zanneder bilmiyorum. Sırf ona daha çok yaklaşmak için iner bir yerlere, gider birilerine. Bazen başarılı olunur, bazen başarısız. Ama olunur, orda burada bir yerlerde birileriyle hep olunur.
Hiç de olunur kimi zaman ki yaradılışın asıl temeli hiçliktir; unutulur. Çünkü hiç olmayı sevmez insan. Egosu buna izin vermez bir kere. İşte, bir çocuğun büyüyüşü, hiçten hepe paldır küldür giden bir yolculuk değildir de nedir zaten?
Bayramlar neden hep çocukluğunu anlatır insana? Büyüklerin bayramı yok mudur? Bayram etme güdüsü, çocuklar ve deliler için mi kurgulanmıştır?
“Nerede eski bayramlar? Ah ulan hepiniz kaçtınız bir yerlere!” falan diye eskimiş, eskitilmiş cümlelere yanaşmayacağım. Artık insanlar da bayramlar da değişiyor çünkü. E normal olan da bu. Eskiden beş on ev varmış Ali dayıgilin oralarda. Giderlermiş birbirlerine bayramlaşmaya güle oynaya. Şimdi Ali Ağaoğlugilin etrafında dönüyor dünya. En şık giysilerimizi, marka çantalarımızı, lüks arabalarımızı alıp gidelim mi bayramlaşmaya? Kabul eder mi bizi? Bilmem. Herkesin bayramı farklı çünkü. Herkesin bayramı kendine. Kimine deniz, bayram, kimine İstanbul. Kimine el öpmek, kimine el öptürmek… Kimine para, kimine yara… Farklı işte herkese. Ama asıl garip olan ne biliyor musunuz?
Hiç bayram etmeyenler. Edemeyenler ya da. Onların bunu düşünmek için bir yığın nedeni var. Belki de yok bilmiyorum. Çocukluklarındaki sandıkları karıştırıp karıştırıp iğne oyalı mutsuzluklar buluyorlar kendilerine. Kendilerini bulamayanlar mutsuzlaşıyor başkalarının bayram ettiği günlerde. Dini, milli bayram tamam süper hepsini kutlayalım deli gibi ama manevi bayramlarımız, içimizdeki bayramlarımız nerede bizim?
Şimdi mesela bu yazıyı okurken çok mutlusunuz diyelim… Sağ olun, buralara kadar da geldinizJ Ben de mutluyum ama sabitlenmiyor ki mutluluk, müzeye kaldırılıp bakılmıyor ki itinayla. Bir yığın his barındırıyoruz içimizde. Biri vuruyor arkamızdan tekmeyi. Biz düşmesek bile mutluluğumuz düşüyor. Ben kaç kere gördüm benimkini yerde tepetaklakJ Hı bu darbeler de bayram seyran dinlemiyor. Her an hazırlıklı olmak lazım. Sizin başınızın üzerinde taşıdığınız mutluluğu elin adamı geliyor, topuklarınıza kadar düşürüp onu orda topuk dikeni yapıveriyor.
Siz daha fazla ilerleyemeyin diye. Çünkü bayramsız o. Çünkü çocukluğunda başucuna koyduğu bir kırmızı ayakkabısı hiç olmamış onun. Gözü hep başkalarının ayakkabılarında olmuş. Belki onu almak için uğraşmamış bile sonra büyüdüğünde.
Bir türlü içine sindirememiş sizin manevi bayramlarınızı. Çünkü bayramsız o. Ne yaşamış, ne yaşatmış bilmem, kaskatı kesilmiş. Hayatın ona kazandırdığı en büyük öğreti, acımamak olmuş, aldığı en kalıcı yara da mutsuzluk.
Böyle insanlar varsa etrafınızda, üzülerek söylüyorum, uzak tutun hayatınızdan. Dini, milli bilmem, bayramsız insan kötüdür. Siz denize attığınız taşla mutlu olurken, o itinayla gelir, o taşı gediğinize oturtuverir.
Ben bunları ağustosun son akşamında Ankara’da bir cafe’de yazıyorum. Ne eskilerin anlattığı gibi yaşıyorum bayramı, ne de bayramsızlaşıyorum. Sadece içinde bulunduğum andan keyif almaya çalışıyorum. Öyle bayramsızlarım falan da yok etrafımda ama kendi bayramımın resmini yapıp bırakıyorum…
Sahi siz nerelerdesiniz? Hangi bayramı yaşıyorsunuz, hangi duygulara yaklaşıyorsunuz? Tatlı yiyip tatlı mı konuşuyorsunuz, yoksa çikolatanın bile en bitter haliyle acılarınıza gem mi vuruyorsunuz?
Hıı yanlış da anlaşılmasın. Bitter güzeldir, tatlı güzeldir. Bence canınızın istediği her şeyden yemelisiniz. Dost olun böreklerle, sarıp sarmalanın sarmalarla. Derin bir nefes alın sonra ve neyle mutlu oluyorsanız, onunla bayram edin.
Hiçbir şey eskisi gibi değil evet. Bayramlar da olmayacak. Siz de sadece isteyin ve kendi bayramınızı ilan edin!

Gonca CENGİZ
31.08.2011



18 Ağustos 2011 Perşembe

İNCİR REÇELİ

Aslında bir süredir var olan ama yıldızı yeni parlayan bir film İncir Reçeli.
Hatta uzun bir süre kendisini izlememek için direndiğim, “Reçelden de film mi olurmuş?”  dediğim, popülerleştikçe soğuduğum…
Yani anlayacağınız bir hayli “önyargı” lı olduğum… Metin gibi, sizin gibi, hepimiz gibi…
Ben, Sezai Paracıkoğlu’nun Facebook’taki videolarından sıkıladurayım, sevgili arkadaşlarım, filmi çoktan izlemiş, o hayran kitlesine dahil olmuş, beni de filmi izlemem için ikna etme çalışmalarına başlamışlardı bile. Neyse bir süre direndim ben. Ama dün bu saatlerde tüm muhalif tavırlarıma rağmen, filmi açan arkadaşlarım sayesinde ben de bu furyaya katılmış oldum. Pişman mıyım? Tabi ki hayır. Yine olsa, yine yaparım ama bu sefer ağlarım. Rahatça hatta hönkür föşürt J
İncir Reçeli, bir Aytaç Ağırlar filmi. Filmin esas kızıyla esas oğluysa, Duygu ve Metin. Şöyle söyleyeyim, ablamız, hani şu an Show TV’de 24 saat yayınlanan Doktorlar dizisinin Zenan’ı Melike Güner, abimiz de “Benim buuuuu deeerdiimm…” diye yanık yanık şarkı söyleyen Sezai Paracıkoğlu.
Metin, TV programlarına skeç yazarak hayatını sürdürüyor. Yazdığı senaryolardan birinin kabul edilmediği bir günde her zaman gittiği bara gidiyor ve işte orada Duygu’yla tanışıyor. O günden sonra da Duygu ve Metin için başka bir hayat başlıyor. Zaten başka olan hayatları birbirleriyle daha da başkalaşıyor. Hayatın içinden karakterler ama bizim gibi değiller. Başkalar işte…
Herkesin ağladığı ve çok etkilendiği filmleri sevmem ben. Baştan önyargılı olurum. Hatta çoğu kez film vizyona girer girmez izlemediysem(Aşk Tesadüfleri Sever’de olduğu gibi) hiç izlemem bile. Ama diyorum ya bu kez kandırdılar beni ve iyi ki de kandırmışlar.
Film başladığında alabildiğine kusur buldum her şeyde.” Ne yani siz şimdi buna farklı mı diyosunuz, üff çok etkilendim!” falan diye başladım homurdanmaya. Bir de bir sahnede olayı çözdüm ki erkenden, sıkılmaya başladım tabi sonra. Ondan önce “Kız, hayalet mi?” bile demiştim düşünün. Hayır, öyle olsaydı, sabahın 7’sinde evi terk edecektim çünkü! J Hani film devam eder, eder… Heyecanla beklersin ama aslında hepsi rüyadır. Ooldu canım… Ben de salağım burada, sabah namazına müteakip sizi izliyorum ve böyle takdir ediliyorum, oolduu…
Neyse ki rüya falan değilmiş. İzlemediyseniz, en azından bunun rahatlığıyla izleyebilirsiniz bu filmi. Parçaları birleştire birleştire, pür dikkat izleyin. Ya da hatta izlemeyin hiç. Bence direk ışığı kapatıp ağlamaya başlayın. Öyle benim gibi de yapmayın. O kadar eleştirdim herkesi, “Ne sulugözsünüz beee!”  diye, sıktım kendimi ağlamamak için. Ama iş öyle olmadı tabi. Filmin sonunda boğazıma oturan öküzle birlikte hönkür föşürt ağlıyorduk. Ya da pardon, sağ gözüm kupkuruyken sol yanım ıslandı durdu. Nedeni hala araştırılıyor J



Hayat ne çok hikaye saklıyor içinde. Hatta insanlar bilmediğimiz neleri saklıyor içinde… Biz herkese herhangi biri gibi davranıyoruz. Oysa bir kişide herkes saklı. Herkeste de biri. İşte onlar da saklandıkları yerlerden aşk için çıktılar.
Dokunmadan aşk olur muydu peki? Neydi bize anlatılmak istenen? Asıl cellât önyargılarımız mıydı, zincirlerimiz mi, karşıdakinin bedenini ele geçirme isteği mi? Sahi neydi aşk? Dokunmak mı, dokunamamak mı? Ya da hangisi daha etkileyiciydi? Ben bunun cevabını henüz veremiyorum ama bu filmin sonunun bana oldukça dokunduğundan eminim. Zaten başlarda homurdanmamda pek de haksız değildim ama sonraları repliklerle öyle güzel toplamışlar ki gidişatı, o evdeki mumların yanına bir mum da ben yaktım içimden. Derin ve samimi yazılan replikler, hayatın içinde pek kurulabilecek cümleler olmasa da, insanı alıp götürüyor ve tabi son sahnelerin çarpıcılığı da, filme güzel dememin esaslı nedenleri…
Ah Duygu, vah Duygu neler dedin, neler ettin bana sabahın kör saatinde! Ne demekti o, “Canlı olan hiçbir şeyi sevme hakkını vermediler. Ben de incir reçelini sevdim. O, sendin sevgilim”
Ya buna ne demeli:
"Ben, insanları arabanın camına vuran yağmur damlalarına benzetiyorum. Bazen bir damla aşağı doğru kayarken, başka bir damlaya karışıp güçlenerek daha hızlı ilerler. Ben de sana karıştım aşkım. İnsanlar acımasız, savurgan… Hiçbir şeyin sonu gelmeyecekmiş gibi davranıyorlar. Bir gün şoförün camı açabileceğini hiç düşünmüyorlar..!"
Bence şimdi ne yapalım biliyor musunuz?
Hayatımızda incir reçeli etkisi yaratan şeylere bakalım…
Başkalarına karışarak güçlendiğimiz bu hayatta, şoförün camı açması halinde neleri kaybetmekten korktuğumuza bakalım.
Durun durun, yoksa siz başka bir yağmur damlasına hiç karışmadınız mı?
Ben karıştım ve daha nice damlaya da karışa karışa yoluma devam ediyorum.
Her damla başka bir hayat demek ve her damlaya dokunamasak bile onları hissetmek gerek.
Dokunabilmek ayrıcalıktır biliyorum
Ama dokunmamak da öyle…

Yine sağ gözüm kurudu benim, sol gözüm ıslak. İlla elin değmesi gerekmez ki bedene. Düşünceyle de dokunur insan, konuşarak da dokunur.
İşte replikleri, konusu ve müziğiyle bana bir hayli dokunan İncir Reçeli, benim için bu yılın en dokunulmaz aşk filmi olmaya hak kazandı bile.


Hazır, incir de çıktı, alın incirinizi ya da incir reçelinizi elinize, bu filmi izleyin.
Hem karnınız doysun, hem kalbiniz.
Ve dokunabildiğiniz şeylere bir kez daha dokunup şükredin.

Ama asıl dokunmadan sevdiğiniz şeylere gönderin şükürlerin en büyüğünü.
Çünkü asıl kutsallık, dokunulmayandadır!

Gonca CENGİZ
19.08.2011