14 Aralık 2010 Salı

ÇAĞIN HASTALIĞI: DOYUMSUZLUK




     Uzaklarda birilerinin hayatında raslardım onun adına.Haberlerde duyardım.
Ruhlarını ebediyete teslim etmiş nice bedenler görürdüm sokaklarda da,
benim hayatıma hiç sızmaya çalışmaz sanırdım.Yanılmışım...
Ben ki,bir süre önce"neden daha iyisi olmuyor?"diye hayıflananlara ulvi mesajlar verip,şükür nutukları atardım.
Şimdi geçiyorum aynanın karşısına(ki bu devirde bunu yapabilmek bile bir yeti,biliyorum:))
Eski benle,yeni ben selamlaşıyor.Ama biri kızıyor ötekine.
"Daha ne istiyorsun!"diye bas bas bağırıp kulağını çekiyor daha haylaz olanın.

Kulağı çekilen,tam o anda veryansın ediyor.Kulağının acısına mı yansın,yoksa şu,arada kalmışlıklarına mı bilemiyor.

Yıllarca ona övülen "Ne istediğini bilen kazanır." ideolojilieri,şimdi onun başını ağrııtıyor.
İsteklerinin farkında olmadığı zamanlar daha az sıkıntı çektiğini fark ediyor.
Ama şimdi anlıyor ki,bilmek,öğrenmek ve farkındalık,insanın omuzlarında koca bir yük aslında.
Hem de kişi,20li yaşlarının basamaklarını tırmandıkça artan bir yük...
Evet,ne istediğini bilmemek,kötüdür.ordan oraya savurur insanı,alabora eder.
Peki ya istediğini bilip onu elde edememek ne yapar?
Ya hırsını kendine pranga etmiş bir zihin ya da gittikçe gücüne güç katan azimli bir birey.
Bizler,kati suretle ikincisine ulaşmaya çalışmalıyız evet ama peki ya üçüncü bir şık varsa?

*Ne istediğini bilip ona ulaşıp yine de kıvamında mutlu olamamak.
İşte o zaman,size "Çağın hastalığı:doyumsuzluk" reçetesi kesiyoruz.
En beylik ilacıysa,şükür.
Her öğün,açlık tokluk fark etmez,hatta açken daha makbuldür.
Karamsarlık değil,şükran duygusu beyne hükmetmelidir.
Sahiplik,iyelik hususlarında biraz daha kafa yorulmalı,bugüne kadar sahip olduklarımızla kucaklaşıp
olamadıklarımızla da barışılmalıdır.

İnsanın an be an değişim halinde olduğu bu hayatta,etrafınızdakilerin yüzüne dikkatlice bakın.
Çok istediklerine kavuştuktan sonra ya da epeydir ellerinde olanı kaybettikten sonra nasıl değişiyorlar...
Birisiyle güzelleşiyor,diğeriyle çirkinleşiyorlar.
Birden bire çok edinirlerse,ya da aniden çok yitirirlerse,hiçleşiyorlar...

Değişmek güzeldir.Üzerine giydiği her sıfatla daha da değişir insan,değiştikçe güzelleşir.
Güzelleştikçe,ehlileşir.
Duydunuz mu bilmem,evlendiği günün ertesi sabahına değişiyormuş insan.
Parmak ucundan,saç teline kadar...
Yazımı okuyan evli arkadaşlarım,sizler ne diyorsunuz acaba bu hususta? :)

Bunca şey değişiyor da,mutlulukla acının mıknatıslı etkisi değişmiyor.
Mutluysak,daha da mutlu olmak istiyoruz.
Ve canımız yanıyorsa,elbette ki,daha fazlasını istemesek de,çekim yasası peşi peşine acıtıyor bizi.
Acıya olan tamahkarlığımız,konu mutluluk olunca hükmünü yitiriyor.
Neye sahipsek hep dahasını istiyoruz.
Ve her mutlu anımızda,bir önceki mıknatıslı acı kampımızda yaşadıklarımızı unutuyoruz.
Bazen acıya da acıkıyoruz,bilinçsizce...

Zamane huzursuzlarıyız ya,bir şeyi fazla yapmayagörelim,sıkılıveriyoruz.
Ama aslında her şeyi de fazla yapıyoruz biz metropol çocukları...
Fazla tv,fazla internet,fazla seyahat,fazla yemek-içmek,fazla uyumak,
fazla çalışmak,fazla sevip fazla ayrılmak,fazla yıkılmak ve "daha"sı...
Öyle alışmışız ki fazlalara,içlerinden biri azaldı mı,biz de azalıyoruz.
Kendimizi,azlık-çokluk zarflarından birinin içine koyup hiçliğe postalıyoruz.
Yapmamalı...
Ruhumuz obezite sinyalleri vermeden,bu işe bir dur demeli.
Dahası istenmeli,onun için uğraşmalı ama yavaş yavaş...
Kuğulara simit atmanın tadını unutmadan...
Yormadan,yorulmadan
Sabahların aynılığından,gecelerin karanlığından,hayatın akışından ya da akmayışından hayıflanmadan...

Ee "daha daha" nasılsınız? :)



Gonca CENGİZ
14.12.2010

10 Aralık 2010 Cuma

KONYA'YA VEDA EDERKEN

Gençlik çağlarımızın en büyük tanığı…Göz yaşlarımızın barınağı…Kahkahalarımızı yüzölçümüyle çarpıp en karasal,en sert iklimiyle yüzümüze vuran,İniş çıkış kavramına uzak,’battı çıktı’larıyla bizi şaşırtan,gecekonduları barındırmayan büyük şehir…Anadolu’nun dengesiz çocuğu…Ana gibi,kardeş gibi…
”Git gel Konya altı saat.” dendiğinden midir bilinmez,gurbet demeye varmıyor dilim.Geçmişten günümüze sürüklenen tüm tabuları yıkacak kadar güçlüymüşsün meğer.Tüm ayazına,soğuğuna ve en yakıcı sıcağına rağmen en yaşanılası iklimiymişsin bu genç yolcuların.

Yıllar önce geldik sana.Gelişlerde,gidişlerde çok bocaladık belki önceleri ama sıcacık bir etli ekmek sunduğunda önümüze,gidiverdi sana olan tüm kızgınlıklarımız.Etli ekmeğin arkasından ’dökülen’ çaylara,Mevlana,hurma şekerlerine doyamadık.Doyamadığımız birçok şey vardı elbet,düğün pilavları mesela…Ne renkli,ne samimi ve ne hürmetkar anlardır o doyulmaz pilav günleri,kaşığını alan gider kurulur masasına.
Ne çok yabancı ağırladın sen yıllar boyu…80.000 öğrenciye öğrettin,her şeye rağmen güvenilir düzlüklerinde ayakta kalabilmeyi.Hepimizi ayrı ayrı sınavlara tabi tuttun,kimi zaman demokrat,kimi zaman diktatör tavırlarınla.Kaldığımız da oldu,geçtiğimiz de bu sınavlardan.Ramazan ayları,sınav dönemleri,bahar şenlikleri,batak muhabbetleri,dedikodu saatleri geçti.İsimlerini ezberlediğimiz tramvay duraklarından geçtik,mali krizlerimizden geçtik,Alaaddin Tepesi’nden,Bosna Hersek Mahallesi’nden,SOTE’ den,S.D.K.M’ den,kütüphaneden bile geçtik de,bir senden geçemedik.

Biz büyüdük,sen büyüdün.Atatürk’ün,Türkiye’nin çocuklarında eşsiz anılar büyüttün.En acılı gösterilerde açtın kanatlarını ve sen de bizimle ağladın,bizimle birlikte eşlik ettin Anadolu türkülerine.Çiftçi dilekler diledi,kuruyan toprağı az da olsa ıslansın diye ve sen,sessizce serpiştirdin yağmur damlalarını üzerine.Bizler,kaçışırken ani bastıran nisan yağmurlarından,eskiden zorla girdiğimiz fakülte kapısından içeriye yöneldik koşar adımlarla.Bir daha asla oturamayacağımız o sınıfta,kara tahtanın karşısında,neler yazdığımızı düşünüyorduk İ.İ.B.F’nin not defterine.İz bırakabilmiş miydik gerçekten,öğrenmiş,öğretmiş miydik?Galiba artık gerçekten büyümüştük,yıllardır duyduğumuz soruya cevap verme vakti gelmişti.Biz ne olacaktık?Kamu yöneticileri…Seçilmiş kamu personelleri…Kaymakamlar,müfettişler,uzmanlar,siyasetçiler,bürokratlar…Ya da bambaşka kimlikler…Ama hep güçlü,dürüst,azimli ve çağdaş…

Galiba veda vakti geldi,kantin de kapandı.Herkes yedi mi son kavurmalı kaşarlı tostunu,son notlarınızı aldınız mı?Farkında mısınız,bundan sonra bir daha hiç ders programınız olmayacak.Bambaşka programlar hazırlayacaksınız hayata ve kendinize dair.TARİH’ inizden ders çıkartacaksınız,bunca şeyin HUKUK’ u var diyip küs olduklarınızla aranızdaki sorunların MUHASEBE’ sini yapmayı bırakacaksınız.Unutmayın,İLETİŞİM’ imiz kuvvetli olmadan iyi İLİŞKİ kuramayız HALK’ la.Farklı yollara doğru ilerlerken hepimiz,tüm SİYASİ AKIMLAR’ ı en ÇAĞDAŞ,en EDEBİ yönleriyle sindireceğiz içimizde.Dara düştüğümüzde STRATEJİK YÖNETİM taktiklerini kullanacağız,kimseye BORÇ’ lu kalmamak için özen göstereceğiz girişeceğimiz İKTİSADİ faaliyetlerde.CEZA vermemiz gerektiğinde herhangi birine,”Şüpheden sanık yararlanır.”İlkesini unutmayacağız.AVRUPA BİRLİĞİ’ ne katılım sürecinde gelişmiş ülkeler statüsünde olmak adına elimizden gelen her şeyi yapacağız; ANAYASA’ mızı,kültürümüzü ve bütünlüğümüzü tüm gücümüzle koruyarak.

Yolumuz bu fakülteden,bu üniversiteden ve bu şehirden geçtiği için çok şanslıyız.Bizi böyle güzel ağırladığınız ve bizlere çok şey kazandırdığınız için,sonsuz teşekkürler…



GONCA CENGİZ

SABREYLEMİ


   İnsanları birbirinden ayıran sıfatlar vardır hayatta. Belki de en ayrımcı harf yığınlarıdır dillerde sıfatlar, ayırmak için oluşturulmuşlardır. Herkese doğar doğmaz bir ya da birkaçı yapıştırılıverir. Oysa yeni doğan bir bebeğin henüz bir sıfat taşıdığından bile haberi yoktur. Sıfatsız olamaz insan, olmamalıdır. İyi ya da kötü, illaki içlerinden birini taşımalıdır. Zira taşıma suyla değirmen dönmeyeceğinden aykırı ve iğreti bir sıfat, anında belli eder kendini. İyi-kötü, güzel-çirkin, tembel-çalışkan vs… gibi sıfatlarla sevgili toplum kendi kalıplarıyla ve daha çok karşılaşacağımız uç ve zıt kanılarıyla tanıştırır bizi. Ya hep olmalıyızdır, ya hiç. Ya olmalıyızdır, ya olmamalı. Orta yolu yok mudur bu işin?
Kendimi bambaşka bir sıfatla nitelediğim şu dakikalarda dua ediyorum yeni yüklemlere giden yollarda daha huzurlu olabilmek adına… Evet, huzursuzum ben. Hatta daha da acısı, sabırsızım. Ve işin garibi bu sıfatla nitelenen çok kişi olduğunu düşünüyorum. Ama yazık ki, kanıksanmış sabırsızlığın hüküm sürdüğü dünyada kaç kişi gerçekten farkında ki bu durumun? Ya da sahici bir rahatsızlık hissediyor çağın hastalıklarından birinden, sabırsızlıktan? Bu konunun bu kadar önemli olduğunu bilmezdim ben de. Meğer sabredebilmek bir yetiymiş. Gerçekten huzurlu ve sağlıklı olmak isteyen bireylerin niyetiymiş, zor zanaatmış. Yadırgamayın ama yerleşiklikten uzak, bavulu elinde gezen bir göçebeymiş sabır. Kâh sizin hayatınızda, kâh benim hayatımda. Kendi hayatlarımızda bile oradan oraya konup göçüyormuş, bir varmış bir yokmuş…
Ey! Sabır, derin bir nefesle çeksem seni içime, taze beyaz bir sabır balonu büyütsem içimde. Bir zırh gibi sımsıkı sarsan beni, büyük şehrin tüm ışıklarına ve karanlıklarına inat… Pazartesi sendromundan uzak tutsan mesela ya da sabahın köründe belediye otobüsüne bindiğimde ayakta kalmak için direnirken işe gidebildiğim için şükretmeyi öğretsen. Törpülesen beni. Garson siparişi yanlış aldığında, kuaför saçımı fazla kestiğinde, bilmem kaç saat süren sınavlara girdiğimde sorulan saçma sorulara, birilerinin ya da bir şeylerin bir diğerlerine alet ediliş seanslarına, kılıflara, zamlara, zararlara, yalanlara karşı dursan tüm heybetinle. Ağırlasam seni, beş vaktin birinde… Gelsen gitmesen, teşekkür etsem sonra sana, eksik olma desem…
Hayatlarına daha az konuk olduğun insanları görüyor musun? Senden yoksun kaldıkça kendilerine bile dayanamaz oluyorlar. Daha çabuk ayrılıyorlar birinden ya da bir yerden. Beklemedikleri bir sorunla karşılaştıklarında yalnızca gitmek istiyorlar. Nereye gitmek istediklerini ve ne beklediklerini bile bilmeden. Dinlemiyorlar, dinlenmiyorlar sadece hızla koşuyorlar.
Eskiler sabretmek, olgunlaştırır insanı derler. Doğrudur doğru olmasına da, sabırla kendimizi büyütmek yerine sorun bildiklerimizi yetiştiriyoruz alelacele. Zaman ilerliyor, biz hamlıyoruz. Yağıyor, esiyor, gürlüyor, her seferinde başladığımız yere geri dönüyoruz. Ne geri gidebiliyoruz ne ileri… İşte yine ortada kalıyoruz ‘hep’in ve ‘hiç’in ortasında, yalınayak. Bir gün gerçekten sabredebilme yetimizi kullanabileceğimize inanarak…
Uç noktalara yapılan seyahatlerden hoşnutsuzsak ve ortalarda gezinmek daha mutlu ediyorsa bizi, şırıngaya doldurulan eylemlerin dozunu iyi ayarlamamız gerektiğini unutmamalıyız. Nitekim sabırda doz aşımı bizi tahammül etme hissiyatına götürür ve sabrın sonu selametken tahammülün sonu ezilmektir.

Metin ve Fotoğraf: Gonca CENGİZ
Fotoğraf: İstanbul- 2007

KONYA İÇİN DEPREM VAKTİ

Konya’da deprem! Olur şey değil! Hem de 4,5 şiddetinde. Evet, evet Konya’nın görüp görebileceği en büyük deprem olmalı bu. Hem de üzerine türküler yazılan Sille’den başlayarak sarsmış koca kenti.
Ey! Ulvi kent, ey Mevlana’nın gözbebeği… Aylardan ramazan… Bu ay, bu vakitler, daha da huzurlu kılar seni… İbadete yönelir ahali, minareler yeşile boyanır, gökyüzü bir başka parlar. Pideler elleri yakar, hurmacılar daha çok misafir ağırlar.
Heyecanla beklenir kalabalık iftar sofralarında iftar vakitleri. Gözler kadar doyurulamaz karınlar. Zaten bilinmelidir ki esas mesele de budur. Göz tokluğu, kanaatkârlık ve şükredebilme yetisidir ulaşılması istenen.
Konya’da depremi de, ramazanı da iyi bilirim. 5 şiddetli yıl geçirdim nihayetinde
İstedim ki, yuvadan uçayım şehir dışında okuyayım. Dediler Konya’yı kazandın. Biraz tereddütlüydüm tabi. Sayılı gün dedik, hazırladık bavulları. Bir nescafe, bir çay hooop Konya’dayız. Tamam, düz gerçekten, e bisikletliler de çok ama sanılandan fazla yeşil.
Yıl 2004 aylardan eylül. Amaç hayatıma yeni sayfalar, yeni bilgiler kaydetmek. Kayıt süresi ve alanı dolduğundaysa tıpış tıpış geri dönmek başkentin bürokratik hayatına.
Bavullarım ve tüm diğer eşyalarım henüz yabancı olduğum yurt odasına alışmaya çalışadursun günler hızla geçmeye başlamıştı bile. Yeni bir yatak, yeni oda arkadaşları, yeni okul, yeni yemekler, yeni deyimler, caddeler, kültürler ve yenilenen birçok şey… Konya bizlere hoş geldin derken biz de ramazanı karşılıyorduk biraz coşkulu, biraz tedirgin, biraz buruk…
Zordur gurbette ramazan. Bilenler bilir. Pide, oda, soba sıcak da olsa daima soğuk kalan bir dağ büyütür insan içinde. Çocuklarını okutmaya yanaşmayan sevgili ailelerimize selam olsun, herkesin harcı değildir öğrenci olmak, hele evinin çok ötesinde öğrenci olmak hiç değildir.
Adam gibi öğrenci, gerçekten öğrenmek için ordadır. Derslerde anlatılanları, belki daha önce hiç görmediği kar tanelerinin kirpiklerinde donup buz olabileceğini, makarna ve yumurta dışında yemekler yapmayı, adilane tutumlar eşliğinde bulaşık yıkayıp fatura yatırmayı, bütçe yönetimini, tüm alet edevatı kullanışlı hale getirmeyi, bir odada on kişi yaşayabilmeyi, kardeşliği, bazense kardeş olunamayacağını, iyiyi kötüyü, sevmeyi sövmeyi, ayakta kalmayı, belki de her şeyin ötesinde onun için aslında en önemli olanın kendisi olduğunu… Biliyordur ki vakti geldiğinde bir gün bir yerlerde o da bunları birilerine öğretmeye çalışıyor olacaktır.
Küçükten hallice bir yurt odasında kaldım beş yıl.
Farklı kimlikte, kültürde, kiloları, yaşları, şiveleri farklı bir sürü kız…
Her gün her duyguyu yaşardık sanki. Birinin derdi hepimizin derdi olurken, birinin mutluluğu hepimizin gözlerini doldururdu. Şarkılar, türküler, gece yarısı yemekleri, çay fasılları, değişik iklimlerin değişik hikâyeleri, menülerin vazgeçilmezi” Allah ne verdiyse” ve üzerine yenilen şükür tatlıları… Tüm koridor sahura kadar yatmaz ezanı duyana kadar bekler, ezanın son anlarında da koştururduk banyoya. Diş fırçalama niyetindendi tüm bu telaş Kimse gözlerinden akan uyku damlacıklarına aldırış etmez, inadına izlerdi her sabah güneşin doğuşunu ve her sahur ayrı bir lezzetle bırakırdı yerini bir sonraki sahura.
İftara gelince… Öğrenci milleti bu, her yerde her şekilde yapabilir iftarını. Ama sıcak yemekleri, bol pidesi ve düşük maliyetli olanı makbuldür bu sofraların. Yoktur ki menülerde şöyle “annenizin yemeği” falan ondan yesin. Gözünde yoktur o leziz etli ekmek, Konya böreği, bamya çorbası. Onların tadına da doyamaz lakin bir başkadır annesinin yemeği, kendi sofrası…
Belki de hayatında gördüğü en güçlü kadının, annesinin, ocağın başındaki halini özlemiştir o. Belki dalmış gitmiştir yine, belki de sözlerini tam bilmediği türkülerden söylüyordur oğluna ya da kızına ithafen. Babasıysa yine olanca kuvveti, tüm dirayetiyle bakıyordur evlerine, annesine. Belki de bakmıyordur, belli mi olur…
Yandaki devlet yurdunda sıradayım, orda yiyorum yemeklerimi. Sebze yemeği çıkıyor, nimet bu nimet! Lezzeti ve ücreti de makbuldü o sıralar. İftar vakitlerinde uzunca kuyruk oluşurdu civarda. İftardan bir saat önce gelenler bile olurdu. Sıranın arkalarındayım çoğu zaman olduğu gibi. Ezan okundu çoktan, hatta bakıyorum saatime yarım saat de geçmiş ve sıranın bana gelmesine daha çok vardı. Orda durmak zorunda değildim. Daha orucumu açamamıştım bile. Gidip kendime güzel bir ziyafet çekebilirdim. Olmadı, yapamadım. Çok bunaldım, sinirlendim önce, hatta terslendim de yönetime. Ama bekledim.
Güzel yemekler miydi o gün yediklerim? Hayır.
Peki ya sıcak mıydı? Hayır.
En azından doymuş olmalıydım değil mi? Ona da hayır.
Tüm bunlara rağmen o günün bana hissettirdiklerini ve bu beş yıl geçecek mi dediğimi hiç unutmuyorum. İşte geçti bile, damağımda o gün yediğim pilavın tadı… Beş yıl sonra gülümsetiyor beni ve iyi ki de beklemişim diyorum. Yoksa bugün bu kadar sabırlı olmayı bile beceremezdim doğrusu.
Bu arada, fark ettiniz mi bilmem, değişik bir yapısı var insan hafızasının. Evet, güzellikleri unutmuyoruz ancak ne kadar zorluk, sıkıntı, elem varsa daha da bir saplanıyor insan beyninin tozlu raflarına. Dikkat ediyorum da, o yıllardan hatırladığım zengin iftar menülerinden ziyade, daha az yemek, daha çok doyumla yapılanlarıdır.
Biz ramazanı öğrenci usulü ağırlarken çalışan ve yerleşik kesim de bu ayın keyfini, kudretini, bereketini ve zorluklarını yaşıyordu elbette. Belediyenin düzenlediği etkinlikler, halka açılan sofralar, dolup taşan tatlıcılar, davulcular, kalabalık haneler vs…
Güllüdür, güllaçlıdır Konya’da ramazan, Mevlana’nın yanı başında nefsimizden uzak, sabra, insaniyete, bekleyişlere teslimiyettir. Yıllarca yüzümüzü yasladığımız tramvay camlarından seyreylemektir kendi yolculuğumuzu. Kim bilir kaç kez geçtim o tramvay duraklarından, kim bilir kaç hikâye geçti? Yıllar geçti ve işte ben de döndüm bürokrasinin ve güzel ülkemin başkentine.
Ben değiştim, Konya değişti. Her geçen gün daha çok parladı ışıkları. Kâh olumlu kâh olumsuz eleştirilerle izledik yeniden var oluşunu.
Her yeni öğretim yılı için yaz tatillerimizden döndüğümüzde daha başka bir ifade oturuyordu çehresine, tuhaf geliyordu, alışmaya çalışıyorduk her mimiğine. Görülen o ki, mucizeler kenti Konya bizleri daha çok şaşırtacak. Sordum, soruşturdum kalmamış eski ramazanların tadı. Çok hissedilmiyormuş ramazan ayının geldiği. Tüm bu durumlar bizler için iyi mi kötü mü tartışılır ama Konya’da gerçekten deprem oluyor!
Deprem ihtimaline en uzak kentlerden biri sallanmış bugün yıllar sonra, olabilecek en şiddetli depremlerinden birini yaşamış.
Şaşırtıcı…
Felaket…
Dün sel, bugün deprem…
Yarın ne olacak?
Kültüründen, inançlarından gün be gün uzaklaşan Türkiye’de tsunami mi?
Kaybediyoruz.
Kimliğimizi, dilimizi, dinimizi, umudumuzu, güvenimizi, evimizi ve daha nicesini…
Türkiye boğuluyor, Türkiye sallanıyor…
Bu bir ikaz,bu bir enkaz!
Daha fazla kayıp vermeden uyan ey halkım! Bak davul çalıyor…



Gonca CENGİZ

2010'A DEVREDEN KADIN PROFİLLERİ

Bambaşka bir tavır takınıyorum bu yıl, geride bıraktığımız yıla el sallarken.
Normalde çok ilgilenmezdim eskiyen yılla ya da gelen yılın ne getireceğiyle falan.
Biri geliyor biri gidiyor, gelen gideni aratıyordu ne de olsa.
Yani aslında yeni gelen yılla birlikte normalde umutsuzluklarım da yenilenir,
hayallerim yerine hayal kırıklıklarımı süslerdim itinayla.
Her şey yenilenirdi de bir ben eskirdim sanki.
Ama inanıyorum, bu yıl başka bir yıl olacak.
Dış dünyamızda, yanımızdaki, öteki beriki başkalaşadursun,
bu yıl da tüm hızıyla ayak uyduracak olumlu ya da olumsuz tüm değişimlere.

Umutluyum evet ama bu yıl da yine dertlerimden biri “kadın” olacak.
Üzerine şiirler yazılan, âdemini basit bir kıskançlık davası yüzünden hapse mahkûm ettiren,
Dağınık kadın, pis kadın, çorbayı adamın önüne soğuk getiren,
eşi eve geldiğinde sofrayı hala hazır etmemiş kadın…
Çocuk doğuramayan, doğurdu mu yedi kızın üzerine sekizinciye de kız doğuran beceriksiz kadın, tüm bunlar yaşanırken köşesine sinip dokuz doğuran kadın…
Ev hanımlığını meslek zanneden, bir yığın çamaşırı ütüledikten sonra bir de adamın kafasını ütülemekten suçlanan kadın.
Gece gündüz kadın. Gündüz kadın, gece daha da kadın…
İtaatkâr, hürmetkâr, cilvesinde edep saklı kadın.
Aynı sorunlara sahip olan ama hiçbir zaman birbiriyle aynılaşmayı hazmedemeyecek, hiyerarşi ve etiket destekçisi, rekabet yanlısı kadın…
İsminin önüne onlarca sıfat yakıştırılan, içinde nice kimliği barındıran,
hayat akışı hız limitini geçmesinden ötürü daimi cezalı, dayağa mahkum,
mutsuzluğa müebbet kadın…
Her akşam bir rakı sofrasında kolu kanadı kırılan kadın…

2009’un 2010’a devrettiği kadın profili bu benim sayfamda.
Yaşadığı onca şeye rağmen inadına güçlü olduğunu düşündüğüm kadın,
gücünü ve başarısını artırdıkça hayatta kalma oranı düşüyor gibi geldi bana.
O, hayatı kafasını dağıtacak fırsatı bile bulamadan yaşarken, umulmadık bir cinayetle tüm organları dağıtılıyor.
Hayattayken ruhu parçalanan kadının ölümünde o hizmetkâr bedeni de parçalanıyor.
Bu yetmiyormuş gibi vatandaşım, ölü kadının bile namusunu sorguluyor!
Gariptir, kimi zaman sorgulayan da sorgulanan da kadın oluyor.

2009’da bunca beyin ölümü yaşanırken, gün geçtikçe canlanan zihinler,
ilgiyle izlenen kadın hikayeleri, kadına ayna tutan usta sanatçılar ve başarılı iş kadınlarının sayısı oldukça arttı. Hepsini ayakta alkışlıyor, eksik olmamalarını diliyorum.
Ancak adını özellikle anmak istediğim bir isim var.

Değerli Elif ŞAFAK…
Bana göre 2009 edebiyatının ışığı ve yansıması en bol olan kadını,
Yılın öznesi ve yüklemi…
Elbette hayatın diğer alanlarında da sözü edilmesi gereken onlarca kadın izledik bu yıl da.
Ama ben içsel tebrik platformumda “kadının aynası” ödülünü
Sn. Elif ŞAFAK’ a veriyorum
Daha nice yıllara, nice başarılara…

Sanattan söz açılmışken, yılın son aylarında vizyona giren bir kadın filmi izledim.
Kadın filmi diyorum çünkü kadının zayıflayan egosunu paldır küldür sıçratan,
gülmekten karnını ağrıtan, bir nevi içsel huzura ulaştıran, antidepresan kıvamında bir filmdi
“Yedi Kocalı Hürmüz” çok ama çooookkk beğendim. Kadını böyle keyifli anlattığı, ona bol kahkaha hediye ettiği için filmin yönetmeni Ezel AKAY’ a ve ekibine teşekkürler… Bu tarz yapımları önümüzdeki yıl da görelim diyorum ben.
E bunca hengâmenin arasında yine gülecek bir neden lazım

Evet, geriye sayım başladı…
Bırakalım artık 2009’un enkazlarını,
sayım geriye, çizilecek rota ileriyedir.
Vakit, sayfayı çevirme vaktidir.
Ey! Sen Havva’nın torunu,
neden orada oturup geçmişine hayıflanıyorsun?
Geleceğe aç gözlerini.
Başardın ya da başaramadın.
Kayıpların kazançlarından çok belki bu yıl da.
Her neyse sebebin suçlamayı bırak artık kendini.
Bırak gitsin tutamadıkların, ayıpların.
Sana, sen lazımsın!

Bu yıl, başka olacak, inanıyorum…
2010 hepimize iyi davransın.
2010…
9…
8…
7…


MUTLU YILLAAAARRR:)



Gonca CENGİZ

BİR YUDUM MELANKOLİ

Ne yazmak geliyor içimden, ne yazmamak…
Sessizliğim mabedim,
Köşem bana dar geliyor.
Çıksam bir nefes hava çeksem diyorum içime,
Gözlerimin görmediği kadar derinlere.
İçimden içmek geliyor…

Bugün yine başka bir gün
Günler başkalaşıyor, ben, sen başkalaşıyoruz.
Kendimize kaçak, yarınlara sevdalı.
Her sabah yeniden aralıyoruz perdeyi
Yarınlar yaralarımızı sarsın diye…
Kaçmak geliyor içimden
Kendimden kendime doğru, hızlıca kaçmak…

Bir ben var içimde, soluk soluğa beni dinliyor.
Buram buram kan akıyor mabedinden
Yine de mahrumiyet, mahremiyet dinlemiyor.
Akşam dozunu artırıyor.
Ayyuka çıkıyor ahlaksızlık manifestoları,
Ruh hırsızları, beden avcıları.
Başkalaşıyor sokak araları, apartman boşlukları
Ecnebi bir mutsuzluk tüm şehre yayılıyor.

Ne yazmak geliyor içimden, ne yazmamak
Ne olmak ne olmamak.
Oldurmak geliyor içimden,
Öldürmeden olmak.
İçimden uçmak geliyor,
En ucuma uçmak…




Gonca CENGİZ
14.01.2010

MONALİSA GÜLÜŞÜ

Bir nisan sabahıydı, yağmur yağdı yağacak. Söylene söylene yatağından kalktı kadın. Gözlerini açtığında önce ellerine baktı, onlara ne kadar yabancılaştığına. Sonra dokunduklarını düşündü ya da dokunamadıklarını. Yakınında bulduğu aynayı aldı hemen eline. Uzun ve anlamsız bakışlar attı karşısındakine ya da karşısındakilere. Zira içinde kaç kişi yaşadığını bilmiyordu. Otuzlu yaşlarına yaklaşmış olmasına rağmen bir türlü çıkamamıştı bu iç savaşın hengâmesinden. İçinden biri yaralarını sararken bir diğeri daha çok kanatıyordu ve işte gözleri dolmuştu bile. İçindeki sesler bir ağızdan konuşmaya başladığında hep böyle olurdu, belki de bu çoğulcu sisteme bir dur demeliydi artık. O anda düşündü demokrasinin aslında çok da savunulası bir sistem olmadığını. Alabildiğine bencilleşmek istedi, ama biliyordu ki bu hiçbir zaman mümkün olmayacaktı. Kendi içinde ne kadar yalnızlaşırsa yalnızlaşsın kalabalıklar onu kendi egemenliğinin uğultularına teslim etmeyecekti. Döndü ve biraz daha baktı aynaya. Kendisine daha fazla tahammül edememiş olacak ki aniden fırlatıverdi aynayı elinden. Canı yandı. Sırtında bir bıçak yarası, yüzünde belli belirsiz bir Monalisa gülüşüyle kalakalmıştı. Zor olmalıydı aydınlık bir ilkbahar sabahını böyle karanlık karşılamak.

İç seslerinden biri ısrarla sakinleştirmeye çalışıyordu kadını, zor kıyamet yataktan kalkması için ikna etti. Allah’tan bugün işe gitmeyecekti. Kendi gerçekleriyle bu kadar yüz göz olmuşken onların yalanlarına hiç eyvallah diyesi yoktu. Gerçi oldum olası sevmemişti yalanlara boyun eğmeyi. Karşılaştığı sorunların çoğu bundandı. Her şey şeffaf olsun isterdi, kendini bildi bileli sevmedi grileşmeye yüz tutan şeyleri. Onun tuttuğu, tutunduğu şeyler genelde açık renkti.
Zifiri karanlıkları da oldu elbet, zindan karaları… İşte onlardı bu sabah hatırladıkları.

Aniden bir böğürtlen kokusu aldı uzaklardan, telaşlandı. Nerden çıkmıştı şimdi bu? Hızla mutfağa yöneldi ve bunu ancak bir kahve kokusunun bastırabileceğini düşündü. Kahvesi hazır olduğundaysa var gücüyle çekti içine o gücüne güç katan kokuyu. Tüm bunlar ağır çekimde oluyordu. Yaşadığının bile farkında değildi aslında kadın. Her şey yavaştı. Yavaş yürüyor, yavaş düşünüyor, yavaş nefes alıyordu. Uzun zaman sonra yetiştirmek zorunda olduğu bir şey yoktu. Yetişmek zorunda olduğu bir yer… Bugün de o ‘zaman’ la dalga geçiyor ve belki de ilk kez fast foodçu yaşama ayak uydurmadığını fark ediyordu.
Gülümsedi… Yavaşça…

Bugün onundu. Kendisinin ve diğerlerinin… Tabi ki hep birlikte evde olacaklardı, özledikleri yerde. İlk işi telefonun fişini çekmek oldu ve düşünmeden edemedi. Keşke her şeyin bir fişi olsa, o fiş çekilir çekilmez aktifliğini kaybetse her şey. Peki ya insanın kendi fişi olsa kendisi de onu çeker miydi acaba bir gün? Bunu düşünürken telefonun yanında uzun süre kalmış olacak ki, hırkasının telefonun yanındaki boncuk kâsesine takıldığını fark edemedi. Kendilerine özgü seslerle bir bir düştü yere renkli boncuklar. Yavaşça…
Onlar da bugünün seyrine ayak uydurmuşlardı işte. Bu ses oldum olası hem rahatlatır hem de ayıltırdı kadını ve bir kez daha işe yaramıştı ona göre.

Kendine ayırdığı bu günde bulduğu bir aralıktan içeri doğru sızıp kısa bir yolculuğa çıkacaktı. Ama korkuyordu. Ne beyni izin veriyordu bu yolculuğu yapmasına ne de başka şeyler… O kapı aralandıkça üşüyordu. Sanki her adım atışında daha çok titriyor, çıplaklaşıyor, başı bedeninden ayrılıyordu. Kokular, sesler, yüzler değişmeye başlamıştı. Kapı kapanıyordu. Yavaşça… Son anda yaptığı hamleyle bir hışım dönüverdi yeniden şimdiki zamanın huzurlu yatağına ve burnunun üzerine kadar çekti yorganını. Yanı başındaki aynanınsa üzerine yeşil bir bez örtmeyi geciktirmedi.

Uzun zaman sonra hayat ona izin vermişti. Zaman bile boynunu büktü oturdu kadının yanına ve kendisi dışındaki her şeyle iletişimini engelledi. Biliyordu ki, buna ihtiyacı vardı. Ama bunca şeye rağmen yapamadı kadın. Önce yarım yamalak giydiği ayakkabılarının sonra dizlerinin bağı çözüldü. Anladı ki artık hiçbir şeyle olan bağının çözülmesine gücü yoktu. Artık nedensiz, amaçsız kısa yolculukları, pembe- mor karışımı düşleri, patates kızartması tadında günleri yoktu ve olmayacaktı da.

Yattığı yerden doğruldu kadın, yorganı beline kadar indirdi ve düşündü. Onun artık şimdiki zamanda kalma vakti gelmişti. Dünün kırıntısında, yarının barakasında oyalanma lüksü yoktu. Kaçacak yeri de. İçindeki sesler de susmuştu bunca şeyin üzerine. Bir kelime etseler zılgıtı yiyeceklerini biliyorlardı demek. Bu suskunluk adına onlara teşekkür etti kadın. Ancak içlerinden biri cesaretle kadından aynaya bir kez daha bakmasını istedi. Kadın, önce huysuzlansa da aldı aynayı eline. Dakikalarca baktı aynaya, konuşmadan. Bildiği tüm mimikleri denedi aynadaki siluetinin üzerinde farkında olmadan. Yorgun düşmüştü, bir an önce uyumak istiyordu. Aynayı yeniden bırakmadan önce yapabildiği tek şeyse, ıslak gözleri ve büzdüğü dudağının eşliğinde aynada bıraktığı Monalisa gülüşüydü.
Aynayı bıraktı ve yatağına döndü kadın. Üzerini örtmedi bu kez. Yeteri kadar ısınmış olmalıydı. Aynaya arkasını döndü ve yüzünü duvara yasladı. Yatışı bir cenini andırıyordu.
Derin bir nefes aldı kadın ve gözlerini kapadı. Yavaşça…



Gonca CENGİZ

AĞLAMAK GÜZELDİR!

-Metodunu biliyorsanız tabi…

Derin bir iç çekeceksin önce,
Beynine verdiğin komutlar yavaşlayacak.
Bir bir dökülecek hislerin, aynadaki siluetinin kucağına.
Göz göze geleceksin kendinle,
İşte en çok da bu andan korktuğunun farkına vararak…
Sonra ıslanacak gözlerin,
Bu kez ne olduğunu sorgulayarak…
Onlar soracak, sen susacaksın.
İçine içine bakacaksın gözlerinin,
Konuşur gibi susacaksın,
Ve
Tadını çıkaracaksın gözyaşlarının seyrinin.
Tuzuna değeceksin,
Kendine değeceksin.
Ve
Derin bir iç çekeceksin.

Ağlamak güzeldir,
Neye ağladığını biliyorsan tabi…
Mutlu ya da mutsuz ol,
Yanakların ıslandıkça demleneceksin.
Ağlayabilmek bir yetidir, hissedeceksin.
Ağladıkça kırılacak zincirlerin,
Dilin, için tuzlanacak,
Gözyaşının tadı, damağında kalacak.

Mendil ıslanacak, yastık ıslanacak, sen ıslanacaksın,
Gözyaşı sağanağında kalmaktan sızlanarak…
Ama kurak tutmayacaksın içini,
Güzel sebeplerin kavalyeliğini umarak…
Bu bahar da,
Ağlamanın tadına varacaksın!


Gonca CENGİZ

BİR(1)NİSAN OPERASYONU

Onca zaman sana dair bir yazı yazmadım, yazamadım.
Yeterince anlatamam hissettiğim onca şeyi diye…
Ama bugün belki de ilk kez, yazmazsam ayıp ederim dedim.
Yazmazsam, ehlileşemem…

Evet, seni, sana ya da başkalarına anlatmak yersiz belki,
Anlatamam zaten…
Ama daha çok hissedebilirim.
Ve sonra baktığımda, görebildiğimi de fark edip mutlu olabilirim.

Hiç yoktan, seni sana, beni bana anlatabilirim.
Dokunabilirim;
Aynılığımıza, aynalığımıza.
Topuğumdan beynime vuran o sızıyı nitelendirmeye çabalayabilirim.

Onca zaman, onca basit şeyde kanadığımı sandım durdum.
Yanılmışım…
Kan akmazmış sevdiğinin kanını görmeden,
Suyun tadı anlaşılmazmış, onun kuruyan dudağını silmeden.
Gözyaşının akış hızı, serumunkini sollarmış.
Gerçek sahne orasıymış.
Benzemezmiş Aşk-ı Memnu’ya, Ezel’e falan.
Sevdiğine rol kesmek daha zormuş.
Yastıklar, sevdiğinin başının arkasına konmak için varmış.

İçimde bir ben daha varmış.
Ve bir sen daha…
Biz zorlansak da onlar ille de güçlü olmalıymış.
Hayatın bambaşka renkleri varmış,
Zaman geçtikçe yenileri de görülecekmiş.
Her renk yakışıyormuş da sana,
Ameliyat yeşili sırıtıyormuş.

Sevgilimi yalnızca benim “dır dır”ım bayıltır zannederken,
Anestezi alıp götürüverirmiş.
Erkek adama bir şey olmaz,
Gerekirse neşter de değermiş.

Sevgiliye neşter de değermiş…

Ne anlattım bilmiyorum.
Ama anladım;
Birimizin derdi hepimize değermiş.
Ve her şeyden öte,
Biz direnirken hayata,
O bizi avcunun içine alıverirmiş…


Gonca CENGİZ
01.04.2010

ANKARA...ANKARA...GÜZEL ANKARA...

Her ne kadar sabah gerginliklerine katılımcı olamasam da,hava muhalefeti ve bazı olaylar nedeniyle,Ankara'nın hafta başına tanık etmek istedim sizi.Ben birçok olaya serzenişte bulunurken,umarım sizi daha da yorduğumu düşünmezsiniz.
Başkent burası...
Elbette farklı sistemleri,disiplinleri ve cazibesi olacak.Ancak ve ancak havadaki nem ve bürokrasi miktarına "yiter yaa!"diye bağırmak istiyorum.
Ey!Güzel ülkemin güzel başkenti,bugün sıradan bir anadolu kenti kadar bile olamadın gözümde.
Boğdun beni.Tüm pozitifliğime inat,üzerime üzerime geldin.Hele ki geçirdiğim hedonist haftasonundan sonra yeni gelen haftayı böyle karşılamak olmadı.Ama ne yapalım?Herbirimizin içinde AVM'ler açılma tehlikesiyle karşı karşıyayken,bir haftasonumuzu da sulak alanlarda,parklarda geçirmeyelim mi?
Eskiden kızardık her yerden su akıyor diye...Şimdi öyle teslim olmuşuz ki metropole,kendi kuraklığımızda öyle çölleşmişiz ki,korkarım yakında her çeşme başında bir insan olacak.
Kişi başına düşen milli gelir azalırken,çeşme başına düşen insan sayısı artacak :)
Halihazırda tüm işsizlerimize yeni bir istihdam alanı açılacak ve tabi ki kpss barajını geçemeyenlere helal olmayacak: "Çeşmebaşı memurluğu."
Neyse efendim,Kpss demişken ,gelelim esas konumuza...
Bazılarınız biliyordur benim de o sınava hazırlandığımı.Bilenler bilmeyenlere anlatsın:)
Aylardır girişiminde bulunduğum Milli Kütüphane'ye gitme niyetimi bugün gerçekleştirdim ki,gerçekleştirmez olaydım!Niye mi?
Tamam burası başkent,burası Ankara...
Düzenin,disiplinin kenti de,abartılmış düzen ya da abartılmış disiplin ne derece doğrudur bilemiyorum.Gerçekten,kapıdan girdiğimde Meclise mi giriyorum diye endişelendim.Ancak orada olur o sıra,o güvenlik önlemleri,kimlik gözlemleri...
Ayıptır belki ama şehirdışında okuduğumdan daha önce ziyaret edememiştim.
Aman Allah'ım o nasıl bir sıra,o nasıl bir kalabalık,kasvet havası...
İçerisi güzel olmasına güzel,diyorum ya fazla düzenli.Her şey yeni belli.
Ama o kadar çok insanın omuz omuza,yoğun parfüm kokusuyla ,birbirine göz süzerek çalışması hoşnut etmedi beni.Mecbur kalmadıkça da,o kalabalığın içinde olacağımı sanmıyorum...
Onca insanı orada görünce,işsizliği mi,başkentteki tek gelişmiş kütüphanenin vaziyetini mi,kendimi mi eleştireyim bilemedim.
Kütüphanede hüsran hikayemi burada noktalarken,Ankara'da yan yana yapılan AVM'ler yerine,yeni kütüphaneler açılmasını diliyor ve Selçuk Üniversitesi yönetimine bir kez daha teşekkür etmek istiyorum...
Aranızda bu yazımı okuyan ve hala Konya'da olan arkadaşlar varsa,üniversitemizin sahip olduğu tüm imkanların kıymetini bilip onları değerlendirsinler lütfen...
Yazımın sonunda son bir takdir ve teşekkür de,beni her zaman tazeleyen,bana ilham veren bir mekana;Kahve Dünyası'na...
Çikolota topları,leziz kahvesi Santos'u ve kruvasanıyla tüm negatif enerjimi alıp götürüverdi.
Ders çalışma ve yazı yazma arzumu kamçılayan Fransız müzikleri de cabası...
Bu yazıyı okuduğunuzda,bir kaşık suda boğmak istediyseniz birilerini ve Ankara'daysanız,
kaşığı Kahve Dünyası'ndan,suyu Mogan'dan alın lütfen...
Benden söylemesi... ;)

Gonca CENGİZ
07.06.2010

KIRMIZI BAŞLIKLI ŞİİR

Deniz kenarında taş sektirebiliyorum seninle.
Güneşi bir doğurup, bir batırabiliyorum.
Dalga seslerine kabartabiliyorum kulaklarımı.
Sayısızca midye yiyebiliyorum yılmadan.
Nice yollar alıyorum sonra seninle.
Farklı iklimler, farklı lehçeler…
Nerde olsa, sana yol alıyorum.

Biliyorum, birinin dizine yatıp manzara izlemek değil sevgili olmak.
Onun dizlerine bırakmak ne var ne yok.
Yalnızca nasıl uyuduğunu izlemek değil önemli olan.
Aynı rüyalarda uyanık kalıp,
Aynı ayıklıkta hipnoz olmak,
Gözkapaklarının ritmik melodisinde.

Nedir ki aslolan?
Aşk mıdır sahiden, aşkı yaşayabilmek mi?
Şeytan ayrıntıda gizlidir, aşk şeytanda, sen bende.
Ayna tutamazsam kendime,
Sen de ölürsün, ben de!

Seninle mayalamışım kendimi, mahremlerimi.
Büyüyorsun, büyüyorum…
Gün olur taşlarsam kendi gölgemi,
Kirpiklerini değdir yüzüme,
Görmezden gel zaruret halimi.


Gonca CENGİZ
15.06.2010

AŞK-I MEMNU'NUN ARDINDAN

Anason kokusu, kavun, peynir ve diğerleri, bakakaldık bir dizinin ardından…
Ritmi değişti Perşembe gecelerinin.
Sesler, kokular değişti.
Avaz avaz sesleniyorum sana ey Bihter!
Elma dersem çıııkk, armut dersem çıkmaaaa!
Elmaaaaaaa… Hem de en yasağından…

Kim ne derse desin Aşk-ı Memnu 2 yıldır zirvedeki yerini kimseye bırakmadı.
Evimizin, hayatımızın tam orta yerine kuruluverdi.
Birden evimizin kızı oldu Bihter Ziyagil.
Evet evet, yanlış duymadınız “Evimizin Kızı”…
Leyla, Nejla, hatta Kavak Yelleri’ndeki Aslı evimizin kızı oldu da Bihter mi olamadı?
O,kendine ve başkalarına haksızlık ededursun, biz ona etmeyelim lütfen…

Türk’üz biz, çılgınız, delikanlıyız.
Bastırılmışız,
Kıyıda kalmışız,
Koca konaklarda dört duvarlara sığdırılmışız.
İnsanız biz…
Yıllarca nice Bihter’ler, nice Behlül’ler yaşatmışız içimizde.
Doyumsuzlaşmışız.
Perde arkalarına, satır aralarına saklanmışız, tüm farkındalığımızı yitirerek…
Ve unutmamız gereken ne varsa hatırlamış,
Hatırlayacaklarımızı unutmuşuz.
Yalpalamış durmuşuz doğu-batı sentezinde.
Türk’üz biz, ikilik görmeden, sentezlemeden olmayız.

İşte benim,”Bu dizi neden bu kadar tuttu?”sorusuna cevabım bunlar…
Reyting canavarı dizilere bakıyorum,
Her birinde mutlaka kendimize, hayata dair bir şey bulmuşuz.
Televizyonun karşısında gerçekliğe kurulmuşuz.
Yani Aşk-ı Memnu’da da vardık biz.
Kabul etsek de, etmesek de…
Her birimiz o gerçekliğin tam da orta yerinde,
Yine soluk soluğa, yine yasakların pençesindeydik…
Kâh matmazeli savunduk en doğru yanımızla,
Kâh Bihter’i alkışladık.
Nihal’e üzülürken Behlül’ü pış pışladık.

Biz ordaydık, doğrumuzla, yanlışımızla, zaaflarımızla…
Hatta içerikten çok, biçimci tavırlarımızla.
Toplumca asla kabul edemediğimiz şeyler, altın tepside sunuldu ve biz de afiyetle izledik.
Çimlere bastık, kırmızı ışıkta geçtik, lüzumsuzsa söndürmedik.
Belki de onları bundan destekledik…
Bir kez daha gördük seçtiklerimizin ya da seçemediklerimizin
Bize neler yapabileceğini,
En büyük prangamızın hırsımız ve egomuz olduğunu…

Ve son olarak,
Mumlarının dibinde ışıksız oturan sevgili örümcek mahallesi sakinleri,
Yazım herhangi birinize ulaştı mı bilmiyorum.
Bakın, sadece yatak döşek dizisi değilmiş Aşk-ı Memnu.
Önemli olan, görmekmiş.
Açın gözlerinizi
Çünkü siz âmâlaştıkça,
“Ama” larınız artacak…


Gonca CENGİZ
25.06.2010












ÖĞÜT

Bu geceye de değdi bıçaklarım.
Bıçak soğuk, ben soğuk...
"Bırak şu söz sanatlarını." dedi kadın.
Biliyorsan, gelme bilmezlikten.
Ben ne zaman sırtımı yaslasam, o zaman bıçaklanırım.
"Tarih, tekerrürdür." dedi kadın;
Acıdandır saldırganlığı insanın.
Ve bu şehrin en büyük cinayetleri, acıdan işlenmiştir.
Bilirsin, dedi kadın.
Ölen, her zaman, bıçak üstüne yatandır.
Kalk! Dedi kadın.
Kalk ve git.
Yalnızca nefesini koy bavuluna.
Şimdi sana kuytular gerek...


14.08.10
Ankara
<G.C>

TUZ-BUZ

  Yitirilenler, kül rengi olur.
Bir zamanlar önüne serilen güller,
Eline, beline, gözüne durdurulur.
Zaman aleyhine işlediyse,
Dağılır boya fıçıları.
Gündüz geceye, gece gündüze boyanır.
Verdiği her kayıp daha da çıplaklaştırır insanı,
Kendine soyundurur.

Yitirilenler, buz olur.
Soyuklar, oyuklar bağlamaz onu.
Lakin kalıbından çıkar tüm buzlar,
Şekil değiştirir döküldüğü yerde,
Ehlileştirir perde perde.

Yitirilenler, tuz olur.
Dökülürlerse günah,
Dökülmezlerse gam olur.
Yalan dünya burası;
Olur olmaz sohbetlerde hiçbir şey olmazsa,
Tuz, buz olur,
Buz, kaybolur,
Öyle ya da böyle unutulur...


15.08.10
Ankara
<G.C>

Kamu Personeli Sabır Sınavı

Bu güvensizlik ve samimiyetsizliğin ışığı altında
Kaç kişi kaldı kendi şehrinin sokaklarında korkarak yürümeyen?
Bir şey olursa,"Karakola giderim hemen." Diyebilen.
Reklâmlarda bile taciz üstüne taciz.
Hiçbir şey üslubuna göre yapılmıyor artık.
118 18,80 vs.nin numarasını hatmeden vatandaşın,
itfaiyenin numarasını bilmediğini düşünen kaç kişi kaldı?
Biz mi isyanlardayız, doğuştan muhalifiz yoksa gün geçtikçe muhalif olunacak şeyler mi artıyor?

Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi okudum ben.
Onlarca terim gördüm dört yılda.
Göz kapaklarıma kibrit çöpleri takmak istedim bin sayfalık kitapları okurken
sınav zamanlarında.
Okudum ben.
Büyük adam oldum mu, olur muyum bilmem.
Ama sanıldığı ya da beklenildiği gibi kaymakam olmayacağım, bilirim.
Sevgili meslektaşlarım,
Mezuniyet töreninde "Geleceğin bürokratları" diye sırtı sıvazlananlarım,
Sizi de böyle gazlamadılar mı, "kaymakam oğlum, hâkim kızım" diye?
Ya da sıkıştırmadılar mı, "E şimdi oradan çıkınca ne olacaksın?"diye?

Kabul edin, etmeyin;
Kamu yönetimciyiz efendim biz.
Bu hilenin hurdanın içinde yerlerine bir türlü yerleştirilemeyen...
Şansımız yaver gittiyse, bankaların gişelerine hizmet edenleriz.
Liyakati, liyakatsizliği bile bile hakkı yenilenleriz.
Yıllarca "Hukuk Devleti, suç-ceza ve Anayasa" kavramlarıyla "evcilik oyunu" oynasak da,
bir şey bilmediği iddia edilenleriz.
İşin özü, yaşı büyüdükçe, hayalleri küçülen, sudan çıkmış balığa dönenleriz.

Referanduma gidecekmişiz gidelim bakalım...
O bize ne getirecekse...
Gözlerimizin içine içine daha neler sokulacak, kulaklarımız "kalpazan"dan, "şerefsiz"den ağır daha neler duyacaksa...
Cumhuriyette herkes, kendisinin hükümdarıydı hani?
Demokraside özgürlük, eşitlik;
Hukuk devletinde, dürüstlük, adalet vardı.
Hukukuna güvenmeyen bir millet, kangren olmuştu.
Biz ne olduk?
Söyleyeyim...
Ya akıntıda sürüklenenlerden, ya da akıntıya karşı kürek çekenlerden olduk...
Ve yazık ki, hala cümlemizin üzerine sihirli bir değnek değse diye bekliyoruz.
 Çoğumuz-ben de dâhil-üzerimize düşeni yapmıyoruz.
Yapamıyoruz; çünkü kolumuz kalkmıyor.
Yapamıyoruz; çünkü inançsızlaştık.
Yapamıyoruz; çünkü azalıyoruz biliyorum.

Ama genciz ya hani, burası, bu topraklar, bize emanet ya hani,
Belki bir şeyler yapabiliriz.
Hissediyorum...
Bizi en çok yaralayacak şey, boş vermek olur;
Gün geçtikçe başımızı daha çok kanatan taşlar değil...

Çok geç olmadan, kımıldamak gerek.
Kolumuz, kolluğumuz kırılmadan...


Gonca CENGİZ

10.10.10'A DAİR

Aslan Mustafa’ma…

Büyümüşüz biz…
Birlikte büyümüşüz.
Fotoğraflara bakıyorum da, dolu dolu geçen 6 yıl…
Neler sığdırmadık ki içine.
Hele o Yadam yılları yok mu? Hani şu bizi adam edemeyen Yadam yılları:)
Senin devamsızlıkta rekor kırman ve Celille bir ders arasında tesadüfî tanışmanız.
Benim burnumun büyüklüğü, sarışınlığım ve senin benim için daha o anda verdiğin
radikal kararlar.
Ya hep, ya hiç manifestoları…
Ya çok muhabbetli olacağımız ya da yüz yüze bakmayacağımız hususunda verdiğin karar.
Vörk in peyırslardaki bitip tükenmek bilmeyen geyiklerimiz, gaflarımız, sızlanmalarımız:)
Ve fırtınalı bir Konya sabahında
Süveterli çocukla sarışın kızın aşkının doğuşu…
Hatta ve hatta ısmarladığın çayla ısınışımız
Aşkımızın en hızlı, en agresif ve en güzel zamanlarına tanık oluşun
Gerektiği yerde, gereken zamanda gecikmeden bam telimize dokunuşun
Gurbette tökezlememize dahi izin vermeyişin
Konya bizi dondururken, korkuturken
Samimiyetin ve sıcacık ailenle bize yabancılık hissettirmeyişin…
Üniversitede de dost kazanılabileceğine kanıt oluşun.
Bana türküleri; Cengiz Özkan’ı, Erkan Oğur’u, Hasan Genç’i sevdirişin
Onlar yetmezmiş gibi içimdeki Beşiktaşk’ı depreştirişin
Hem de Celil'e inat benimle derbilerde tepinişin:)

Birlikte acıkıp birlikte doymalarımız
Hatta aç karnına dondurma alıp celilin dondurma olmadık yerini bırakmayışımız
Olay yeriyse ayrı komik
Neresiiiiiiiiiiiiiii?
Tabi ki Yadam’ın önündeki bankamatik.
Hani dürüst sevgilimin içinden bilmem kaç yüz milyon limitli sıkışmış kartı almadığı bankamatiikkkkkk:)
Peki ya Celil oradan çıkmaya çalışırken dibimizde duyulan ambulans sesi ve bizim panikleyip kaçışımız:))))
Akkonak’taki okey müsabakalarımızda bitip tükenmek bilmeyen hesap kavgalarımız,
kıyasıya rekabetimiz, etli ekmek, rakı, mangal fasıllarımız
Gece yarısı Konya turlarımız
Kumar oynuyoruz diye tramvaydan vatman tarafından atılmamız
Ve üstüne, "Lanet olsun lan bu dünyaya!” nidalarıylaaa o zamanların Hilton’una gidip
Kafaları çekip oradan da kovulmamıızzzzzz:))))
Nedeeeeeenn?
Beeennn çalışan kızlardan birine hakaret etmişiimmm de ondaaannn!
Vallahi de yalandı, billahi de yalandııı:)))

Tüm gel-gitlerimde yanımda oluşun
Mustafa…dediğimde nerdesin deyişin ve en geç yarım saat sonra dibimde bitişin
Ankara-konya seferlerimde sen valizlerimi taşırken, elim cebimde celille konuşuyo olmama gıcık oluşuunnn J
Bizlere Konya'nın eşsiz pilav şöleninin lezzetini tattırışın...

Anlatmakla bitmez “ortağım”
Sığmaz buralara.
Sevgin yüreğimize sığmadığı gibi, olan bitenler de sayfalara sığmaz.
Daha sayamadığım nice şey, unutulmaz.
Bak, hızla değişiyor hayatlarımız.
6 yıl önce ÖSS’yi nasıl kazandığımızdan bahsederken, KPSS’ den konuşur olduk.
Daha bölümlerimizden bir haberken,
Diplomalarımızı, maaşlarımızı önümüze koyduk.
Birlikte kurduk biz hayallerimizi, birlikte andık geçmişimizi ve birlikte gülümsedik
geleceğin getireceklerine, bekledik ve gördük.
Daha da neler göreceğiz kim bilir…

Celil ve Gonca’nın böyle güzel bir elektrik yaymasında büyük etkisi olan sen,
O etkiyi katlayarak kendi hayatına uygula şimdi.
Bize uzattığın ellerini, eşine, çocuklarına ve kendine uzat.
Yaratıcı zihninle mükemmel bir gelecek hayal et hepiniz için.
Ve sonra bir bir hayata geçir tüm bunları.
Daha çok yollardan geçelim biriktirdiğimiz anılarımızla.
Karaman’ da üçümüz için demlenen çayın altını bu kez dördümüz için fokurdatalım.
Gelinimiz demlesin, biz içelim.
Şerefimize içelim, var oluşumuza…
Sabah olsun patates kızartalım sonra.
Celilin sevdiği gibi ince ince:)
Karnımız doyunca kültablası iste sen, avazın çıktığı kadar bağır hatta.
Ve ben onu artık Tuğba’ nın getirecek olmasına sevineyim, durayım :)))

Hoş geldin Tuğba… Ne iyi ettin de geldin…
Yarın yola çıkıyoruz.
Bu iyi dileklerimizi, orada belki Mustafa türkü söylerken, belki halay çekerken,
belki de ben senin attığın çiçeği tuttuktan sonra dillendireceğiz kim bilir:)
Ama orada olacağız, samimiyetin göbeğinde.
Avuçlarımız acıyana kadar alkışlayacağız EVEETTTleriniziii!
Yürekten dualar edeceğiz,
Evli, mutlu, çocuklu olun diye…:))
Yürekten dualar edeceğiz,
Yanımızda olun, dost kalın diye…
Ve
Düğününüze geliceeeeeezzzz,
YENGİNolun diyeeeeeee :))))))))))



Sizi seviyorum…



SEV KARDEŞİM! :)

 Duydunuz mu bilmem,"doğum günü bunalımı" diye bir şey vardır aslında...
Hatun ya da er kişi,her yıl bilmem bir şey tarihinde doğum günü sabahına uyandığında,
değişik bir melankoliyle çevrili olur aslında.
Ellerimizi,burunlarımızı havalarda tuttuğumuz,yüzümüze gülücükleri kondurduğumuz,
muhteşem dileklere boğulduğumuz o özel günlerin altında hep gizli bir burukluk vardır
ve bitip tükenmek bilmeyen hesaplaşmalar...
Ondandır çoğu kişinin doğum gününde ağlayışı,ondandır yüreklerin dağlanışı.
Hele bir de sıcak sıcak,taze taze pişmanlıklar kemirirse beynininizi vay halinize...

Ben yine pişman olmadım bu yıl.
Elbette benim de bir "Pişman olunacaklar" listem var ama hepsini bir bir kendi lehime çevirdim.
Bana kalırsa siz de öyle yapın.
Alın listenizin haylaz bir üyesini,tıka basa doyurun onunla karnınızı,beslendikçe beslenin...
Hazmedemediklerinizi de kusun gitsin:)

Radikal değişikliklerim,sansasyonel haberlerim olmasa da,büyük kazançlarım oldu bu yıl da...
Öğrendiklerim,kabullendiklerim...
Kendimi daha çok sevmeye başladım sonra.
Anladım,kendimle kavgam ne kadar büyükse hayatla olan da öyle oluyor.
Ama şefkatli elleriyle kendi başını seviyorsa insan,işte o zaman işleri daha da kolaylaşıyor.
Hiiiiiççç alakasıııı yooookkkk! diye bağıranlarınızı duyuyor gibiyim:)
Var,vallahi de var,billahi de var.
Yaptım,olacak ;))

Büyük kayıplarım oldu bu yıl da...
Ölümle daha samimileştim mesela.
Koca bir kaybetme korkusu büyüttüm içimde ve güvensizlik sonra.
Yaşı ilerledikçe daha mı korkak oluyor insan dedim.
Ve çocukluktaki mutlulukları,tecrübesizlikten bildim.
Aslına bakılırsa,daha hiçbir şey bilmediğimi bildim...

'Asla'larım oldu bu yıl da...
Yaralarımla ördüğüm duvarlarım...
Bir açıp,bir kapattığım kapılarım.
Ve en kötüsü bir daha asla açmayacaklarım...
Çokluklarından nasibimi alıp,yokluklarıyla huzur bulduklarım...

Ne hızlı değişiyor her şey...
İki öğün arasında iyiler kötüye,kötüler iyiye dönüşüyor.
En yakın arkadaşlarımdan birinin çocuğu oluyor,biri evleniyor,biri ayrılıyor...
Biri hiç ummadığı bir anda terfi  alıyor,biri hiç ummadığı bir anda beş parasız kalıyor...
Biri kalıyor hayatımda,biri çekip gidiyor.
"Herkes yerinde sağolsun."Demek de yine bana ve kendini benden bilenlere düşüyor:)

Bize düşenler,bizi ayağa kaldıracak olanlardır.
Yıllar sonra,saçımıza düşen beyaz teller olduğunda,
Canımızı yakan,hızla zıpladığımız değil,ayağa kalkamadığmız anlar olacaktır.
Hafızamız,başarılarımızdan çok,başarısızlıklarımızı yüzümüze vuracaktır.
İşte o anlarda yere 2.80 yapışmamak için,tekrar ve tekrar söylüyorum,
Doğum günlerimizin kıymetini bilmeli,ellerimizle önce kendi başımızı sevmeliyiz.
Ukalalaşmadan,yozlaşmadan,çamurlaşmadan,
Hadi o zaman,sev kardeşim! ;)


Gonca CENGİZ
01.11.2010

GÜNÜN İÇİNDEN




 Karışığım eyy ahaliiii!

Hem de çookk karışığım...
Tüm gün dışardaydım ve öyle bir döndüm ki eve,
yazmalıyım dedim bir yerlere.
Öğle saatlerinde sesimle birlikte,gelmişimde,geçmişimde var olan
çatlak sesler,detoneliklerini yitirdiler bir bir...
Athena-Arsız Gönülle birlikte tam gaz makyajımı yaparken,
En sevdiğim gülücüğümü yüzüme oturtmuştum bile.
Evvet,pembe rujumu da çantama attıktan sonra artık çıkabilirim;)
Ahh! Pembe ruj deyince,Küçük Sırlar-Ayşegül modum varmış bu ara.
Bihter'den sonra bir de bu çıktı.
Yakışıyor mu arkadaşım bu melek yüzlü şeytan tiplemeleri fln.Hoş değil! :)

Yakın geçmişin kapılarını araladık bu gün bir dostla beraber...
İyi de ettik...
Eskisi gibi vurduk kadehleri,eskisi gibi güldük,kol kola yürüdük.
Güzel olan,eskinin yeterince eskimemiş olmasıydı bana göre.
Ya da hayıflansak da olan bitenlere,büyümekti.
Başımızı çıkardığımız farklı pencerelerin ardından hala samimiyet arıyor olmaktı.
Doğru da,eğri de,yüzünü gösteriyor bir gün anladım.
Hele ki benim hayatımda...
5.boyuttan halliceyim vesselam:))
Ahh! Bir de ak sakallı dedeyi görsem,o vakit değmeyin keyfimeee:)

Peki ya yüzünü göremediklerim...
Ya da başından beri,kendilerine bir yüz edinemediklerini fark ettiklerim...
Bakışımla tökezlettiklerim... :)
O güzel ayaklarınızı alınız ve hayatımdan koşar adım gidiniz lütfen!

E bunca şeyin üstüne Ankara'da akşamı ettik tabi.
Tak kulaklığı,çık Kavaklıdere'ye doğru...
Nereye?Tabi ki en uğrak mekanlarımdan birine,gözlerimin ışıldadığı o yere;
Şinasi Sahnesi ;)
Gözler perdede,Tek Kişilik Şehir'de.
Kanayan yaramızdan vurmuş bizi yazar Behiç Ak ve yönetmen
Serhat Nalbantoğlu.
Yalnızlıktan...
Hızla ilerleyen bu iletişim çağının aslında başımıza ne işler açtığını,bizleri nasıl kısırlaştırdığını bazen
"bığıra bığıra":)
bazen de güle oynaya anlatmışlar.
Bu güzel oyunun görselini,diyaloglarını,hayatın üzerine taktığı objektifi gayet beğendim.
Ankara'mın tiyatrocularına da laf yok tabi...

Buralardaysanız,aynı şeyleri yapmaktan sıkıldıysanız,
"Yalnızım dostlarım!" diye feryat ediyorsanız,
mükemmel cep telefonlarınız,sohbetsiz kalışlarınız ve bilgisayarlarınız canınızı sıktıysa,
bence  gidin ve tek kişilik şehrinize kulak verin.
Hele oyunun sonunda o cici kulaklarınızı iyice kabartın ki,
garsonun(Devrim Yakut)içinize doğru ettiği sohbeti daha iyi duyabilesiniz...
Ve bu sohbetten kulaklarımda kalan bir cümle:
Sizler mutlusunuz aslında!
Evet,bence de.
Ama şu küreselleşme kılığından arada bir soyunmak gerek.
Hatta uzun yürüyüşler yapıp,sessizleşmek,dinginleşmek,
kısa vadeli de olsa zamandan kaçmak gerek.

Şimdi ben kaçıyorum...
Gözlerimi kapatıp sessizce oturacağım,sinirimi bozan hiçbir sesi duymadan.
Tavsiye ederim,selam ederim ;)

Gonca CENGİZ
10.11.10





ÖMRÜMÜZÜ "7"DİN TESTERE




Efendiiimm,bugün benim için Jigsaw efsanesinin sona erdiği gündür.




Amerikalı vatandaş,serinin son filmini her ne kadar
Cadılar Bayramı'nda izlemiş de olsa,
Biz de en cadı hallerimizi kuşanıp,ülkemizin nadide salonlarında
kurulduk koltuklarımıza.
Hem de has mı has,hakiki mi hakiki Kurban Bayramı arefesinde:)
Yalnız,bu aşamada,bir iletişim kazasından söz edip esas konumuza döneceğim.


Salona girmeden önce elimdeki montumu,koca çantamı ve poşetimi taşımakta güçlük çektiğimden,

gördüğüm ilk bildik mağazaya(Zara)girip poşet isteme gafletinde bulundum,bulunmaz olaydım!
Olmadı Zara,olmadı.Hele kasiyer ablacım,senin tavrın hiç olmadı:
"Şu anda alışveriş yapmadığınız için poşet veremiyoruz hanımefendi."
Her ne prensip belirlediyseniz ve her nedense bi poşeti çok gördünüz.
Onu bunu bilmem,yıllardır Zara dedik bağrımıza bastık ama siz üç kuruşluk poşetin lafını ettiniz be kardeşim!
Neyse,anlaşıldığı üzere,bu sebepten kaynaklanan sinirim ve elimdeki anlamsız yüklerimle
"Daha da gelmem Zara'ya!" diyerek yoluma koyuldum:)

Valla açık söyleyeyim,çevremde bilenler bilir.
Serinin dördüncüsünden beri sevmem bu mereti.
Ama yine de izlerim,ille de izlerim.
Bu kez de,iddialı bir sahneyle giriş yaptı Jigsaw.
2 adam ve 1 kadın arasındaki samimiyetsizliğin faturasını kendi usulüne göre kesti.
Yalnızca kesti mi?kesti,biçti,parçaladı.
Tüm dünya onu izledi,bana mısın demedi.
Öncekilere göre,kan ve vahşet sahnesi daha fazla olan bu filmde,
konu daha çok dedektif Hoffman ve
Jigsaw'un karısı Jill arasındaki çatışma üzerinde dönüyor.
Tabi diğer önemli bir nokta da,Jigsaw'un önceki oyunundan kurtulduğunu
kahramanlık hikayesi haline getiren Bobby'nin hayatta kalma savaşıdır.
Onun bu kez oyunun içinde olma nedeni,başta karısı olmak üzere,
insanlığa anlattığı hikayenin büsbütün yalan olmasıdır.
Bobby,yeni oyuna dahil olmadan önce,yazdığı kitapta ve tv.programlarında yaşadıklarını anlatır.
İnsanlara,yaşadıkları her günü,son günleriymiş gibi değerlendirmelerini,
hayatın değerini bilmeleri gerektiğini söyler.
Testere'nin oyununa katılan diğer insanlar da,Bobby'nin destekçisidir ve onlar da,
tuzaklardan nasıl kurtulduklarını,sonrasında hayata nasıl tutunduklarını anlatırlar.
Ve işin garibi,yaşadıkları psikolojik tahribat bir yana,Jigsaw'a minnettar olanlar,
oyundan sonra yeniden doğduğunu hissedenler bile vardır.

Filmin sonunu ve 3D'yi uygulama şeklini pek beğenmedim doğrusu.
Yıllardır sonunu merakla beklediğim bu film,çok daha zekice bitmeliydi bana göre.
Böyle trajikomik bir sahneyle değil:)
Ama her şeye rağmen,ruh sağlıklarından endişe etsem de,
zekaları karşısında diz çöktüğüm Saw ekibini bir kez daha takdir ediyorum.
Ne çok isterdim senaristleriyle sohbet etmeyi ve "neden?"diye sormak isterdim onlara.
Bir gün bir şey,canlarını acayip sıkmış olmalı ve "Tüm bu olanların canı cehennme!"diyip
"Birisi bu gidişatı durdurmalı,kötü adamların canına okumalı."demiş olmalılar:)
Sapıkça,canice de olsa,iyi yapmışlar aslında.
Hepimiz demez miyiz zaman zaman "Cezasız mı kalacak bunlar?"diye.
Sallandırmak istemez miyiz kin kustuğumuz birini meydanda?
Bu da,o zihniyetin ve sadistliğin gavurcası işte.
Biz yapamadık ama onlar yaptı,oldu.
Ağaoğlu'na da söylemeyelim mi,belki o da yapar ne dersiniz:)

O değil de,biz böyle film yapamayız.
Bakmayın haybeye asıp kestiğimize,
Yufka yürekli milletiz biz.
Boynunu büküp,"Pişmanım." diyene kıyamayız.
Hıı,ekmek çalanımıza tekme tokat dalarız o ayrı...
İşin güzel yanı,biz,yaradana havale ederiz hata yapanı.
En doğrusunu o bilir diye...
Orasından,burasından bağlayamayız,idam edemeyiz.
Yazıktır,günahtır;
İnsandır,hakkıdır deriz.
Ama psikolojik eziyete de geldi mi konu,hiç acımaz,sonuna kadar gideriz...

Bu film burada biter ve ben çeker giderim.
Ama gitmeden önce,Jigsaw'un oyunlarını son kez geçirirm gözümün önünden.
Kan revan içindeki sahnelerin arasında,
en büyük kurbanın,kendi hayatında küçük kalan olduğunu görürüm.
Ve asıl katilin vicdanımız olduğunu...

Ahirete kadar,hepimiz kendi ömrümüzün testeresiyiz aslında.
Ve her birimiz,ötekinin zincirinin bir halkasıyız hayatında.


 Seçtikleriniz kadar,seçmediklerinizin de mutluluk vermesi dileğiyle,

 GAME OVER. ;)

Gonca CENGİZ



14.11.2010