27 Mayıs 2011 Cuma

ZEHR-İ ZAKKUM

Öncelikle nedir bu Zehr-i Zakkum?
Bilenler bilir ama ben yine de bilmeyenler için söyleyeyim, Zehr-i Zakkum bir albüm adıdır. Yusuf, Cem Eren ve Emre’nin 13 yıl önce bir araya gelmesiyle var olan grubun, ilk albümünün adıdır. 2007 yılında en çok “Ahtapotlar” isimli parçayla kendini bize duyurmuştur. Bırakın duyulmayı, bu şarkıyla, akıllara kazınmaları kaçınılmaz oldu. Zira bugüne kadar “son bir gece daha çirkin olmayı” öneren hiçbir şarkı yoktu alemde. E biz de giydirdik adamlara beyaz gömlekleri, seçtik kravatları, bıraktık kendimizi Zehr-i Zakkum’a…
Ben o yıllarda pek haşır neşir olamamıştım kendileriyle. Ahtapot korkum falan da yoktu ama ilk albümleriyle kucaklaşmayı beceremedim. Gel zaman, git zaman aradan 4 yıl geçti ve bir müzik markette dolanırken, aniden yerimde durup “Kim bu bağıran” dedim? Bağıran dedim evet ama hayatımda bu kadar estetik bağıran kimseyi de duymadım. Ne diye mi bağırıyordu?
“Anason kokarken sofralar/ Yaşlandırıyor seni aynalar/
Her geçen yıl birer birer/ Masadan eksiliyor dostlar!”
Size yemin ediyorum, mıhlandım olduğum yere! Ses çatlıyor, ben çatlıyorum. Çağırdım görevliyi, kim bu dedim?(Tabi Murat Yılmazyıldırım yönündeki tahminimi içimde hıktırarakJ) Zakkum dedi, yeni albümü. Hay bin D&R! Utanmasam anında teşekkür, şükür mektubu falan dolduracaktım hala o çakılı olduğum yerde. D&R oğul sağ olsun, “Efendim, siz bekleyin, ben getireyim cdlerini.” Dedi. Heyecanla beklerken, cdnin kalmadığını öğrendiğimde yaşadığım hayal kırıklığını size anlatamam.
Neyse ölmedik ya, sosyal paylaşım siteleri ne güne duruyor? Şu, sürekli kapatılıp açılan site(You Tube) de hiç fena değil. Çözerim bu sorunu diye düşünüp mıhlandığım yerden ayrılmayı başardım.
İşte Zakkum’un 2.albümü 13le de o gün tanıştık. Sonradan öğrendim; müzik geçmişlerinin 13 yılı bulduğunu ve bu albümde 13’ün sanılanın aksine uğurunun da onları bulacağına inandıklarını. Ben de inanıyorum, bu albüm, onların uğuru olacak.
Kendileri Ankaralı olmakla beraber Ankara’ya da sık sık gelip gidiyorlar. If’in perşembe konser afişlerinde daima görürsünüz isimlerini. “Perşembe konseri” diye özellikle vurguluyorum çünkü hep eleştirmişimdir şu konserler, hafta sonuna kaydırılsa da diğer gruplar hafta içi çıksa diye, yok. Program, aynen devam. Kaç konseri kaçırdık öyle… Bu konunun bir gün başımı yakacağını biliyordum ama neyse…
Bir süre düşündükten sonra hepinizin artık gayet iyi tanıdığı(tanımayanlar da tanısınJ) ailenizin damadı, sevgili sevgilimle konsere baş başa gitmeye karar verdik. Güzelce hazırlandık, çıktık. Fotoğraf makinem? Tabi ki yanımda(ilerleyen saatlerde bu kontrolün hiçbir işe yaramadığı, hafıza kartını unuttuğum anlaşılacaktır!)Afişte 22.00- 01.00 arası olacağı yazılan etkinlik için, biz 22.00 olmadan ordaydık. Ekmek sırası niteliğindeki sıraya çoktan girmiştik. Sanıyoruz ki saat geldiğinde ahtapotlar gibi sarılacağız birbirimize. Bu fikrin ne kadar saçma olduğunu anladığımızda dört sıfır yan yana durmuş ve çoktan gece yarısı olmuştu. Ayaklarımız, belimiz, zihnimiz ağrıdı tabi ama romantiğiz, mutluyuz ya sesimizi çıkarmıyoruz yönetim istifa falan diyeJ
Celil’in siniri kocaman olurken, ben de hatırlıyorum ki, etkinlik afişinin altında ayrıca bir de kapı açılış 22.00 yazıyor. Ama olur mu canım öyle bu ne saçmalık, çaktırmıyorum tabiJ Bizde sabırlar azaldı. Sevgilim “00.15’e kadar çıkmazlarsa biz çıkalım” dedi. Sahneye değil tabi; mekandan :P Ben de “Gel şunu 00.30 yapalım” dedim, Celil’in çiçek olup arkamda hareketsiz durmasını saymazsak olayı tatlıya bağladık.
Birileri geliyor gidiyor, sahnede sürekli bir koşuşturma… Ha çıktılar, ha çıkacaklar derken, 00.28’de ben tam toparlanıyordum ki; pardon diyerek yanımdan geçtiler sahneye bir bir. Şeytan dedi, “Tak bir çelme!”  Ama dinlemedim tabi, dinler miyim ·?
Her zamanki gibi mikrofon Yusuf’un siyah peluş tüyüyle sarılıp sarmalandıJ ve “Teslim ol” başladı. Onlar şarkıyı söyleyedursun, biz de müziğin ritmine teslim olmuştuk. Bu güzel teslimiyette sırasıyla dinledik tüm güzel parçaları ama gelelim beni derinden etkileyenlere:
*ilk albümün marjinal ve sevimli şarkısı Ahtapotlar’a karşı beğenilerim hala sapasağlam. Bu şarkıyı pek çoğunuzun bildiğini düşündüğümden 13’ün parçalarından bahsetmek istiyorum:
*Biraz Uyu: Zakkum’un, albümde Cem Adrian’la düet yaptıkları parça. Tabi ki diğer parçalarda olduğu gibi söz- müzik yine grup üyelerine ait. Bu şarkıyla birlikte, Cem Adrian’ı da, grup üyelerini de çokça alkışladık.
*Ah Bu Şarkıların Gözü Kör Olsun: Bildiğimiz safi Türk Sanat Müziğini coverlamışlar. Olur mu demeyin çok da güzel bir versiyon çıkmış ortaya. Daha bir isyan gelmiş şarkıya, daha tutkulu, daha güzel olmuş!
Ve işte sen sevdiklerim: Yüzük ve Anason. Bunları dinlemeden yaşıyorum demeyin. Çünkü biliyorum, ikisinde de ya kendinizden bir şeyler bulacaksınız, ya da kaybedeceksiniz kendinizi!
Yüzük, bizim bildiğimiz Türk filmi aşkına yazılmış bir şarkı gibi, hafif arabesk. Derin darbe etkisi yapıyor adamda. Albümün kliplendirilen bu ilk şarkısını dinleyin ve kalbinize takın!
*Anason: Son zamanlarda dinlediğim ve en sevdiğim parçalardan. Anasonu sevmeyen adama bile sevdirir, eski dostları hatırlatır, yalnızlık fobisini uyandırır. Tüm bunlara göre biraz mazoşist midir, evetJ Ama Mustafa Cihan Aslan’ın muhteşem klarnetinin eşliğinde mutlaka dinlenmelidir!
İşte böyle, şarkılar güzelken hala, alkolün dozu arttıkça saçmalama dozu da arttı tabi. Hem de klarnetin en vurucu yerinde. Ben de yanımdaki sarışını vuracaktım! Aman Allah’ım o nasıl bir eğlence tarzı, o ne basitlik, anan baban yok mu evladım senin? Yanındaki zirzopla yapmadığı kalmadı. O içtiği 88 birayı, sahnede içmeye devam edecek diye korktum bir ara! Kazulet çingene sonradan gelip önümüze dikildi zaten. Tüm bu terbiyesizlikleri yetmiyormuş gibi sivilceli sırtı ve şeffaf askılı zımbırtısı da görüntü kirliliğinin cabası! Neyse ki Zakkum, kulaklarımızın pasını silerek, duyularımızdan birine öyle güzel hitap etti ki, gördüğümüz çirkinlikleri biraz olsun hafifletti. Celil’ciğim bugün işe gidecek olduğundan gerginliğimizi, mutluluğumuzu ve yorgunluğumuzu cebimize koyup Zakkum’a veda ettik. Pek tabi veda edecektik çünkü biricik sevgilim, başka türlü uyanamayacaktı(!)


Güle eğlene gittiğimiz, oflarla puflarla ve ikişer karış suratla döndüğümüz bir konser macerası böyle tamamlandı. Celil, direksiyonda uyumadı evet ama benim içimdeki o bıcır bıcır kız çoktan uyumuştu. Neden mi? Zakkum, hala orda şarkı söylemeye devam ediyordu, benim ertesi gün gidebileceğim bir işim yoktu, sevgilim gecenin başında ahtapotlar gibi sarılmak isterken bana, gecenin sonunda şartnamede hata yapabilme olasılığıyla kafayı bozmuştu ve en önemlisi,
O dangalak sarışın çirkinleşmeye devam ediyordu ve ben onu dövemeyecektim!
Belki de Zakkum’un sözünü dinleyip “son bir gece daha çirkin olacaktı” ve bu geceyi ne kadar çirkin geçirse o kadar kardı. Ondandı bütün kabahati ve kadına şiddete evet dedirtmesi! J
Baş başa katıldığımız bu gece, başladığı kadar güzel bitmemişti. Yarım kalmıştı işte. Bu düpedüz, fıstıklı baklavanın kuru kısmını yiyip alttaki kısmı yere düşürmek gibi bir şeydi!
Tüm bu düşüncelerle evime geldim ve zor da olsa uykuya daldım.
Sevgilimle küstük evet ama beni küs olmadığımız zamanlardan iki kat fazla aradı. Yok, bu iş ilanıydı, yok şu cv’ydi… Ben tam, Celil ya işsizliğimden bunaldı, iş bulamazsam ya beni terk edecek ya da kariyer koçum olmaya karar verdi derken, kapı çaldı. Sucudur dedim, babam açsın dedim, açmadım.
Yanılmışım. Bizim kapının önüne bırakılan sevimli bir paketmiş. Babam, “Sana D&R’dan bir şey gelmiş.” Dedi. Düşündüm, bu, zamanında bana zakkumun 13’ünü öğreten D&R personeli olamayacağından, bana hayatı paylaşmayı öğreten sevgilimdendi.
Paketi heyecanla açtım: Biri, hani Zakkum’un şu dört yıl önce çıkan albümü Zehr-i Zakkum’du diğeri de onlara şans getireceklerine inandıkları 13.
13, bana da şans getirdi evet. Teşekkür için Celil’e telefon açtığımda,”Özür falan değil o; sadece sen mutlu ol diye yaptım.” demesiyle bir kez daha aşık oldum ona. Önü arkası önemli değildi. Sadece ben mutlu olayım diye bir şey yapmıştı ve bu şey, birçok şeye bedeldi! Yarım kalanı, mutsuzluğu, o da sevmiyordu işte ve uzun zamandır birlikte olsak da, mutluluğumuz da mutsuzluğumuz da küçük şeylere endeksliydi.
Bana tüm bu duyguları yaşattıkları için Celil’in sürprizine aracı olan babama, Mehtap Abla’ma, Zakkum’a, If’e, ha tabi bir de o D&R’daki çocuğa teşekkürler!
Bi deee, bi deeeee, ennn çoookk inandığımaaa…  J

Gonca CENGİZ
27.05.2011

18 Mayıs 2011 Çarşamba

SENSİZ OLMAZ!

“Sensiz olmaz!” dediklerimiz var ya hani, o taraflara doğru ses etmek istedim bu kez.  Ankara’nın bu zorunlu melankolik havasından payımı alayım istedim. Geçtim camın kenarına, aldım mis kokulu tomurcuk çayımı, bıraktım kendimi müziğin ritmine…
Meraklısı için, Bkz. Bülent Ortaçgil-Sensiz Olmaz.
Aşk, bir dengesizlik işi. Sensiz olmaaazz. Sensiz olmaazz.
Dengeye dönüşen sevgi, sensiiizz olmaazz…
Dengeli bir âşık gördünüz mü siz? Ben görmedim. Hayır, geçmişte biraz olsun gördüysem de çevremde, artık göremez oldum. Hele ki bizim şu şehir hikayeleri bu günlerde fazlasıyla yorar oldu beni ya da aşklar birbirini. Hani şu, “Hepiniz aynısınız!” genellemeleri var ya, hiçbirimizin sevmediği, oralara kolay gelmedik biz. Bir baktık hep aynı şeyler yaşanır oldu civar mahallelerde. Kızlar birbirine benzedi, erkekler birbirine. Samimiyetsizlik ağıyla örülmeye başlandı ilişkiler “Seni seviyorum ama olamayız.” lar, “Senin için bunca şey yaptım daha n’apayımlar?” Sen bana istediklerimi vermiyorsun.  Zaten ben de ne istediğimi bilmiyorum” lar…
“Merhaba” yla birlikte gelen “Sana ölürüm” ler, “Hoşça kal”ın arkasına ulanan “Daha iyilerine layıksın.” lar…
Aynı anda, başka yerlerde ağız birliği etmişçesine söylenen yalanlar, yanlışlar, savruluşlar…
Tabi bunlara bağlı olarak da daima süregelen istikrarlı istikrarsızlıklar…
Merak etmiyor değilim; bu yazıyı okuyanlarınızdan kaçı bir önceki dün ilan-ı aşk edip karşısındakine ertesi gün onu aramadı ya da bunu duyan şahıs aranmadı.
Ey ahali! İstiyorsanız arayın, istemiyorsanız aramayın. Hem bu bir duyurudur; eskiden çok revaçta olan dengesizlik politikası, artık seksapaliteden uzaklaşıp yerini tamamen antipatikliğe bıraktı. Bilenler, bilmeyenlere anlatsın ve artık net olunsun!
İlişki esnasında önce bildiğiniz sorulardan başlayın, bilmediklerinizi boş bırakın. Atıp, sıkıp saçmalamayın. Ösym sınavlarında yanlış doğruyu götürür de, koca hayat durdurur mu sanıyorsunuz, yanılıyorsunuz. Yanlış, doğruyu da, sizi de götürür alimallah!
Yani Bülent Abi’m, aşka dengesizlik demiş demesine de, dengeye dönüşen sevgi de demiş. Demek ki bu bıngıldak problemlerinin bir sonu var. Peki, işte tam o çizgide sensiz olmaz dediğimiz kimler var?
Seve seve hayatımızda tuttuklarımız, söve söve gönlümüzde tuttuklarımız, hem severek hem söverek hayatımızdan attıklarımız…
Yine kendi kendimize sormadan duramayışlarımız, olmadık bir saatte, olmadık bir yerde, muhteremin karşısına dikilip “Niyeeee seni böyle istiyorum?”  diye soruşlarımız ya da soramayışlarımız…

İçimize attıklarımız, içimizden atmak zorunda olup atamadıklarımız…
Anlamak çözmeye yetmezmiş. Anlayıp çözemediklerimiz…
    
Oradan herhangi birine sesleniyorum:
Onsuz olamamanın nedenlerini bilmiyorum. Saçma sapan bir alışkanlık belki ya da oldukça güçlü bir bağ. Adı her neyse, sen hep onunla olmak istiyorsun biliyorum. Olabiliyorsan ne ala, git daha da sıkı sarıl ona!
Peki ya olamıyorsan… Uzun zamandır hep birlikteyken bir sabah yalnız uyanıyorsan, sokakta onun parfümünün kokusunu alınca aniden yokluğunu hatırlayıp mıhlanıyorsan olduğun yere, kendini, yeri göğü unutuyorsan, zordasın. Ama sensiz de olmaz be canım. Tamam, git onsuz olamadığına ama seni senden alıyorsa da gitme. İnsanın en büyük terki, kendine eylediğidir!
Bülent Abi’m yalnızca sevdiğine söylememiş bu şarkıyı, sana da söylemiş…
Sensiz olmaazzzz, sensiiizz olmaaazz... J

Gonca CENGİZ
14.04.2011

ZAMANIN ELİ

Sabah sabah yollara koyulmuşken, hele bir de kahve kokusunun içine düşmüşken iki kelam etmeden olmaz dedim.
Immm... Bu, kahve denen şey, kesinlikle yaratıcılığımı artırıyor.
Hahaa, hele üniversite yıllarımı hatırlarsak... Gecenin en görmeyen saatinde ard arda içilen 3 kupa sütsüz kahveyi...
Gözlerim tavanda, aklım ertesi günkü sınavda...
Bir ara sırf o dakikalarda çarpıntım oluyor diye heyecan ya da kalp problemim var diye korkmuştum.
Çok sonra anladım normal insan gibi kahve içmediğimi:))
Neyse... Bu konuyu fazla uzatmayalım zira zamanında yazdığım ve şu anda
" Notlarım" kısmında
 size göz kırpan bir yazım da, bu hususla ilgili.
Bknz."Türk ve Kahvesi" ;)

Bugün, insan karmaşası hakkında sohbet edelim istedim biraz.
İnsanın ucu bucağı belli olmayan bir dehliz gibi olduğundan...
Birbirine olabildiğince zıt duyguları nasıl olup da içimizde sessiz sedasız barındırdığımızdan...
En günahkar anımızda bile masum kalan yanımızdan
Aşktan kaçarken, aşka yakalanışımız
Kınadıklarımızı yaşayışımız
Küsmelerimiz, küstüklerimizle barışmalarımız
Ahretlik dediklerimizle vedalaşmalarımız
Belki bir zaman, uğruna kavgalar ettiğimiz ideallerimizden boşanışımız
Artık bizim için ideal olanın tam olarak ne olduğunu kestiremezken,
Komünistliğin parayı, feministliğin kocayı bulana kadar olduğunu kavrayışımız:)


Bakın ne diyorum, belki de canımız ciğerimiz annelerimizden başka
bir ikinci annemiz daha var.
Kim mi? Zaman...
Zaman Anne:)
Bir annenin anaçlığına ve çıkarsızlığına mutlaka ulaşamaz ama o da alır elleriyle sarıp
sarmalar, büyütür bizi.
Funda Arar da, bunu "zaman"ında düşünmüş olacak,
"Zamanın Eli" diye güzel bir şarkı yapmış.
Dinlenmeli...
Zaman Anne, bugünlerde size nasıl davranıyor bilmiyorum ama
kimsenin hayatının bal-kaymak olmadığını tahmin edebiliyorum.
Kendinizi ona bırakın, ellerine...
Yapacaklarınızı yapıp beklemeye başlayın.
Zaman Anne'den beslenin, zamanın sütünden...
İnanıyorum, her şey güzel olacak...

Ben ufaktan kaçayım, hayırlı bir iş için yollardayım.
Hayırlı sonuçlanırsa, konuşuruz... :)
Hazır, Ankara’ya yakışan kar, sokakları örtmemişken, biraz yürüyeyim.
Siz de, işinizden sıkıldığınızda, ocağa yemeği koyduğunuzda ya da 
bebeğinizi uyuttuğunuzda
ve umarım yazımın işte böyle sonuna geldiğinizde,
bir düşünür müsünüz,
 zaman dişi midir ve gerçekten elleri var mıdır?

Gonca CENGİZ
20.12.2010 


SEV KARDEŞİM!

 Duydunuz mu bilmem,"doğum günü bunalımı" diye bir şey vardır aslında...
Hatun ya da er kişi, her yıl bilmem bir şey tarihinde doğum günü sabahına uyandığında,
değişik bir melankoliyle çevrili olur aslında.
Ellerimizi, burunlarımızı havalarda tuttuğumuz, yüzümüze gülücükleri kondurduğumuz,
muhteşem dileklere boğulduğumuz o özel günlerin altında hep gizli bir burukluk vardır
ve bitip tükenmek bilmeyen hesaplaşmalar...
Ondandır çoğu kişinin doğum gününde ağlayışı, ondandır yüreklerin dağlanışı.
Hele bir de sıcak sıcak, taze taze pişmanlıklar kemirirse beyninizi vay halinize...

Ben yine pişman olmadım bu yıl.
Elbette benim de bir "Pişman olunacaklar" listem var ama hepsini bir bir kendi lehime çevirdim.
Bana kalırsa siz de öyle yapın.
Alın listenizin haylaz bir üyesini, tıka basa doyurun onunla karnınızı, beslendikçe beslenin...
Hazmedemediklerinizi de kusun gitsin:)

Radikal değişikliklerim, sansasyonel haberlerim olmasa da, büyük kazançlarım oldu bu yıl da...
Öğrendiklerim, kabullendiklerim...
Kendimi daha çok sevmeye başladım sonra.
Anladım, kendimle kavgam ne kadar büyükse hayatla olan da öyle oluyor.
Ama şefkatli elleriyle kendi başını seviyorsa insan, işte o zaman işleri daha da kolaylaşıyor.
“Hiiiiiççç alakasıııı yooookkkk!” diye bağıranlarınızı duyuyor gibiyim:)
Var, vallahi de var, billahi de var.
Yaptım, olacak ;))


Büyük kayıplarım oldu bu yıl da...
Ölümle daha samimileştim mesela.
Koca bir kaybetme korkusu büyüttüm içimde ve güvensizlik sonra.
Yaşı ilerledikçe daha mı korkak oluyor insan dedim.
Ve çocukluktaki mutlulukları, tecrübesizlikten bildim.
Aslına bakılırsa, daha hiçbir şey bilmediğimi bildim...

'Asla'larım oldu bu yıl da...
Yaralarımla ördüğüm duvarlarım...
Bir açıp, bir kapattığım kapılarım.
Ve en kötüsü bir daha asla açmayacaklarım...
Çokluklarından nasibimi alıp, yokluklarıyla huzur bulduklarım...

Ne hızlı değişiyor her şey...
İki öğün arasında iyiler kötüye, kötüler iyiye dönüşüyor.
En yakın arkadaşlarımdan birinin çocuğu oluyor, biri evleniyor, biri ayrılıyor...
Biri hiç ummadığı bir anda terfi  alıyor, biri hiç ummadığı bir anda beş parasız kalıyor...
Biri kalıyor hayatımda, biri çekip gidiyor.
"Herkes yerinde sağ olsun."Demek de yine bana ve kendini benden bilenlere düşüyor:)





Bize düşenler, bizi ayağa kaldıracak olanlardır.
Yıllar sonra, saçımıza düşen beyaz teller olduğunda,
Canımızı yakan, hızla zıpladığımız değil; ayağa kalkamadığımız anlar olacaktır.
Hafızamız, başarılarımızdan çok, başarısızlıklarımızı yüzümüze vuracaktır.
İşte o anlarda yere 2.80 yapışmamak için, tekrar ve tekrar söylüyorum,
Doğum günlerimizin kıymetini bilmeli, ellerimizle önce kendi başımızı sevmeliyiz.
Ukalalaşmadan, yozlaşmadan, çamurlaşmadan,
Hadi o zaman, sev kardeşim! ;)


Gonca CENGİZ
01.11.2010


CENNETİN KADINLARI, ANNELERE!

Çocukken süslü püslü, cicili bicili mektuplar yazardım anneme. Belki altına bir resim çizerdim sonra rengarenk. Mutluluğun tanımını da resmini de bilmezdim o zamanlar ama “Bi tek annem olsun, bana bişey olmaz!” demeye başladığım yıllardı o yıllar…
Bilmiyordum sonraları bana bakan o güzel kadının hayatımda çok daha önemli olacağını. Anne tam olarak kimdir, ne yapar bilmiyordum. O yıllarda onunla ilgili en büyük şikayetim beslenmeme sevdiğim şeyden koymaması, mey buz yememe izin vermemesi ya da saçımı o beyaz kurdeleyle sıkıca toplamasıydı. Bilmiyordum o fedakar kadının yıllar sonra yalnızca saçımı değil beni de toplayacağını… Şimdi ben onun saçını topluyorum ve artık ben de onun beslenmesine dikkat ediyorum. Ne tuhaf… Hayat bize daima yeni bir sıfat yüklüyor ve biz tam alışırken birine, bir diğeri daha çıkageliyor. Hatta kimilerimiz yeterince çocuk kalamamışken, birden bire anne sıfatını giyiyor. Belki sıfatın tanımını bile bilmezken doğu, doğuruyor ve batı, buna çoğu zaman seyirci kalıyor.
Bizim de seyirci olduğumuz çok şey var hayatta. Ben mesela… En çok annemi seyretmeyi seviyorum. Hatta en çok sabrını… Ona doğuştan verilen sabredebilme yetisi, ne de güzel mayalanmış gelen yıllarla, deneyimlerle… Ne de güzel anlamış tevekkülün anlamını. Elinden geleni yaptıktan sonra inanarak “hayırlısı” demeyi öğrenmiş. En deli anlarımda, gençlik buhranlarında elimi tutarken, hep iteledi içimdeki isyanı. Annem… Bana her daim huzur üfleyen kadın… Varlığından gurur duyduğum, yokluğunu düşündükçe iliklerime kadar korku saldıran kadın… Omzumdaki el, ensemdeki nefes, hayatıma can kadın…
Hani diyorlar bize, “Anne olunca anlarsın.” diye… Biz, bizim kuşak, belki de çoktan anlamayı başladık onları. Ama işimize gelmiyor, bilmezlikten geliyoruz. Öğreti bu ya, anne olalım da anlayalım diye bekliyoruzJ Arkadaşlarımız anne olmaya başlıyor ve biz de olmasak bile parklarda çocuklu genç kadınlar gördükçe en azından o karenin içinde kendimizi hayal edip gülümsüyoruz. Evet, belki şu anda anne olmak ne demek bunu bilmiyoruz ama bir anneye sahip olmak ne demek biliyoruz…
Bizler henüz anne değilken, nedir bir anneye sahip olmak?
Bence koca bir güvendir. Annenin adı, mesleği, deneyimleri ne olursa olsun, “Benim anneeemm hemmm doktooorrr, hem mühendiiisss, hem ayakkabı bağlayıcı… “diyebilmektir. En deli çağlarımızda ağlatıldığımızda, aldatıldığımızda yanı başımızda en çok onun ağlayacağını bilirken, varlığına da sonsuz teslimiyettir. Hayatın tüm zarar ziyanının tadına bakarken, en güzel tadın bebekliğimizden kalan anne sütünün tadı olduğunu yıllar geçtikçe daha iyi anlamaktır.
Bir anneye sahip olmak, sığınmaktır. Korkulardan, acılardan, yalanlardan, günahlardan…
Bir anneye sahip olmak, ömür boyu minnettir. O genç kadının bizi dünyaya getirmesiyle başlayan, emek ve fedakarlık serüvenine hayretle hayran olmak, aynısını fazlasıyla yapmak istemek ama tüm bu gücü kendinde nasıl bulacağını bilememek…
Bir annenin kızı olmak böyledir. Ufak bir tartışma esnasında “Ben senin gibi olmayacağım!” diye bağırılsa da, birkaç yıl sonra aslında tam da onun gibi olmak, sofrayı onun gibi hazırlayıp, çamaşırları onun gibi asmak; mutfakta hamuru onun gibi yoğurmak, onun gibi yoğrulmak ve onun gibi yorulmaktır…
Zamanında yalnızca “annesinin kızı” olan ama bugün bir “kızın annesi” olan arkadaşlarıma soruyorum, “Hayatınızda ne değişti?” diye.
“Anne olunca anladık.” Diyorlar. Gözleri doluyor, şimdi bende olduğu gibi. “Allah, benim ömrümden alıp onun ömrüne ulasın, bahtını hep açık tutsun.” diyorlar. Sahip oldukları tüm sıfatları nerdeyse unutmuşlar. Ama çocuklarıyla ilgili olan herhangi bir şeyi bal gibi akıllarında tutuyorlar; çocuklarının bahtı bal gibi olsun diye… Onlar, bal olsun da dünyanın zehrinden korunsun diye…
“Bir annenin oğlu olmak” nedir pek bilmiyorum ama ucundan kıyısından görüyorum onu da. Anasının oğlu olmak başkadır başka… Anasının oğlu kıymettir, candır, aslandır. “Aslan yattığı yerden belli olur.” der ana kadın, pamuklara sarar sarmalar oğlunu ve o oğullar, çoğu zaman bilir bunun ne kıymetli olduğunu…
Cennetin ayakları altına serilmiş olduğunu bildiğimiz bu güzel insanlara, Anneler Günü’nde ne denir, ne alınır bilmiyorum… Ama cennette en çok görmeyi istediğim şeyin annem olduğunu biliyorum. Şimdi ben bu yazıyı yazarken, o içerde uyuyor ya, hep böyle yan odamda olsun istiyorum. Bir gün ben de anne olayım, onun gibi olayım ve benim çocuğumu da uyutsun istiyorum. Uyutsun da büyütsün. Ve ben büyüdükçe anlayayım, “anne olunca anlayayım”…
Bence dünyanın en güzel şeyi, bir anneye sahip olmak ve bir çocuğun annesine verebileceği en güzel hediye, ömür boyu bu mirasın farkında olmak!
Tüm annelerin bu özel günü kutlu olsun!
Ve biz çocuklar…
Annelerimizin sütü bizi hep korusun!

Gonca CENGİZ

BİR NİSAN, BİR İNSAN!


///Bu yazı, Gülen Muharrem Pakoğlu(Ankara) ve Yalçın Eskiyapan İlköğretim Okulu mezunlarına ithaf edilmiştir. Ha tabi bir de Ayşe Kulin’e, İpek Ongun’a, Gülten Dayıoğlu’na… J///

Herkesin kutladığı ve özel olduğu iddia edilen günleri pek sevmeyen ben, nedense 1 Nisan’ları hep sevmişimdir. Bol şakalı, kahkahalı, zihin açıcı günlerdir ne de olsa 1 Nisan’lar, yaratıcıdır. Hatta öyle etkili günlerdir ki aslında bu günler, “Bir lisan, bir insan.” tezi falan anında çürüyüverir. “1 Nisan, bir insan” olur. Yani 1 Nisan, adamı vezir de eder, rezil de. Bu günlerde ayağımızı denk almalı, öyle boş bulduğumuz her sandalyeye oturmamalı, sağımızı solumuzu kollamalı, tanımadığımız kişilerden gelen ikramları kabul etmemeli ve en önemlisi fermuarımızın kapalı olduğundan her daim emin olmalıyızJ
Eveetttt, fermuarımızın kapalı olması dedim, doğru duydunuz. İşte yazının burasında da yukarıda bahsi geçen ilköğretim okullarıyla uzaktan yakından bağlantısı olanlara ve tabi benzer anıları yaşayanlara olacaktır seslenişlerim…
Canımız ciğerimiz şaka gününün geldiğini fark edince aklıma da paldır küldür çocukluğum geldi. Önce mis gibi domatesli tost koktu burnuma. Hani şu bizim Yalçın Eskiyapan’ın karşısındaki büfede yapılan. Yıllardır lezzetini unutmadığım ama yaşlılığımdan da şu vakitte kendisinin adını hatırlayamadığım… J Küçük renkli lokumlar sonra, meybuzlar, mis kokulu silgiler…
Dansa davetler, yerden yüksekler ve o gelmesini dört gözle beklediğimiz 1 Nisan’lar… Hoca gelmeden önce topluca sınıf boşaltmalar ve hatta yıllar sonra bu eylemin adının “örgütlenme” olacağını bilmemeler… “Kalemin düşmüş” ler, “Fermuarın açık” lar. Şiişşştleerr, piiişştleerr, yapıştırıcıların, raptiyelerin üstüne oturmalar…
Bu saydıklarım bir yana dursun, ben ilkokul yıllarımda en çok servis yolculuklarımda eğlenmiştim. En çok da 1 Nisan’larda… Çocuğuz ya, bayılırdık pencereden yarı belimize kadar sarkıp gelen geçene laf atmaya. Bu eylem, en çok da bizim Kuyuyazısı Caddesi sularında bulurdu demini. Az karıştırmadık oralarıJ Hatta bir keresinde laf atma işini abartıp caddede duran bir grup insana attığımız yumurtalar yüzünden yiyeceğimiz sopadan, servis şoförümüz sayesinde ucuz yırtmıştık. Sopa yemedik ama afiyetle azar yedik o gün. Attığımız yumurtaların yanında kahkahalarımız yanımıza kar kaldı ama neyse… J
Bir de klasik bir düşme eylemi vardı 1 Nisan’ın konseptinde. Vay efendim, kalemin düşmüş. Yok, silgin düşmüş… Daha yaratıcı şeyler de vardı tabi: “Burnun düşmüş” gibi. İnsanların buna inanıp yere bakması da cabası… Yere düşen, beyni. Haberi yok J
Ortaokul yıllarında bizimle birlikte şakaların biçimi de değişti tabi. Olayların yaratıcılığı ve tiyatralliği arttı. Fiziksel değil duygusal şakalar girmeye başladı işin içine. Zira hatırlayınız, “Benimle çıkar mısın?”  sorularına yanıt vermeye başlamıştık o yıllarda. Şöyle bahçede iki tur salındıktan sonra bankta iki dakika oturup sınıfa dönmek büyük sükse yaratırdı. Dramatik şakalar yapacaksak, yüzümüzü rüzgara dönüp gözlerimizi kocaman açar, kırpmadan karşıya bakardık. Sonra da dolu dolu gözlerle gelsin şakalar…
O dönemde yapılan şakaları net olarak hatırlayamasam da, ilkokul yıllarına göre kıyasladığımda görüyorum ki, önceden yapılan öğrenci öğretmen şakaları, ergenliğin başlarında, kız erkek arasındaki şakalaşmalara dönmüş, yaratıcılığı artmış. Iııımmm… Şimdi de o yıllar düşünüldüğünde tavuk suyuna çorba kitaplarının lezzeti hatırlanmış… Onunla birlikte hatırladığım şeyler de oldu tabi, şaka yapar gibi hayatlarımızdan çıkan öğretmenlerimiz… Mekanları cennet olsun…
Günün anlam ve öneminden dolayı konumuz pek tabi şakalar. Ama ben şu anda burnuma gelen eşsiz vanilya kokusuyla Impulse deodoranttan, Spice Girls-Back Street Boys çekişmesinden ve Leonardo’cu ya da Ricky’ci olmaktan bahsetmeden duramayacağımJ Serviste göbek atışımız, ders sırasında halay çekişimiz, kavgalarımız, gürültülerimiz ama ille de başarılı oluşumuz da cabası tabi…
Yüzümde özlem dolu bir gülümsemeyle bunları hatırlamak iyi hoş da, küçükken böyle keyif aldığımız, üzerine günlerce yoğunlaştığımız bugünün, ağır sebeplerden ötürü artık hızlıca gelip geçmesi hoş değil.
Düşünsenize, yıllar önce yoldan geçen tanımadığımız bir vatandaşın burnunun düştüğünü iddia edip buna dakikalarca gülebiliyormuşuz. Şimdi burnu düşse yerden almayacak adamlar giriyor hayatlarımıza ve biz onlara gülemiyoruz. Hani diyorum ya, o yıllarda şakalar “düşmek ve açılmak” eylemlerinin üzerine kuruluymuş diye, şimdilerde düşmek gözden oluyor, açılmaksa kişiler arasında.
Bizler için savaşların su savaşından çıkıp hayatta kalma savaşına döndüğü şu yıllarda, 1 Nisan’ın farkında olabilmek bile güzel aslında. Tavuk Suyuna Çorba’nın lezzetini hatırlamak, herhangi bir mahalle bakkalından meybuz almak ve hayali de olsa, hayatın içinde sınıf değiştirmek…  Alttan üste ya da üstten alta… Belki bir günlüğüne de olsa, diğer sınıflardakilerin nasıl yaşadığına bakmak, gülmek onlarla…
Bugün için muzur planlarınız var mı bilmem ama iyisi mi siz önce derin bir nefes alıp arkanıza yaslanın. Çocukluğunuzun kokusunu almaya çalışın ve Yonca Evcimik dinleyin, Kartel ya da.
Unutamadığınız 1 Nisan anılarınız, anılarınızın içinde sizi hala güldürmeyi başaran kişiler varsa, “1 Nisan, bir insan!” diyin ve gidip onlara sarılın. Sarılamıyorsanız da onlarla konuşmayı deneyin, bırakın kahkahalarınız kucaklaşsın, 2011’in 1 Nisan’ında da sımsıcak şakalar dolsun taşsın!

Gonca CENGİZ
01.04.2011


BENİM CANIM KELİMELERİM

Bugün sadece yazmak üzerine yazacağım. Nedenini tam olarak bilmediğim bir şekilde akşam saatlerinde paldır küldür düşen enerjimi yazacağım belki de…
Bilmiyorum hayatınızda ne kadar yazıyorsunuz ya da yazmaya değer bulduğunuz neler yaşadınız ama kime, neye değer bilmeden, kelimelere ne kadar değmek istediğimi fark ettim bugün. Onlarla demlendiğimi, onların sırtımı sıvazladığını…
Tüm bunlar olurken, hayat bana ne kadar yazma fırsatı tanıyacak onu da bilmiyorum ama seviyorum bilmediğimi de yazmayı.
Daha dün, değişim ve dönüşüm üzerine bir seminere katılan ben, bugün neden değişimlerimi yadırgıyorum? Bir yanım değişmek için duvardan duvara koşarken, bir yanım neden kabul etmek istemiyor olanları anlamıyorum. “Başımıza gelen her şeyin bir sebebi var.” diyordu dün ruhsal koçluk yapan Aldea Füsun Dağlı. “Sizin bugün bu seminere gelmiş olmanızın bile bir sebebi var.” Hepimize birer ay taşı hediye etti ve onun yanında da içinde bir paragraf yazan küçük sarı kağıtlar. Hepsi bize,  bizi anlatıyordu.
Bana da “Değişim sürecindesin, sakin ol, bunu kabullen ve güzel gelişmeleri bekle" diyordu. Her nasılsa orada aldığım o enerjiyle derin bir huzur hissettim; ta ki akşamın bu saatlerine kadar.
Değişiyor olmak güzel evet. Ruhsal anlamda yakın geçmişin kasırgalarından uzak kalmak, yine seminerde konuşulduğu üzere sinir bozucu şeylere seyirci kalmak da…
Güzel olan; Seyirci olurken hayatımızda miadını dolduranlara "eyvallah" demeden "güle güle" demek…
“Kendi hayatına seyirci olur mu insan?” demeyin. Olur. Onunla sakinleşir, netleşir, çakraları açılır ve derinleşir. Hatta seyircilik, kum torbasına bir tane vurup doğru zamanda geri çekilebilme işidir. Zaman planlamasıdır, sükûnettir.
Bunlar güzel de, gelelim işin sıkıntılı yanına, teoride dosdoğru olan bu yaklaşımlar, daha bir gün öncesinde hayatıma üflemişken, ben şu vakitte nasıl kendime üfleyecek noktada dahi değilim bilinmez:)
Değişiyor olmaktan mı korktum yoksa şu yürekten istediklerimin beni aslında mutlu etmeyeceği ve onlarla olamama ihtimalimden mi bilmiyorum.
İşte böyle anlarda diyorum ki, “Bana başka bir dünya gerek.” Algılarımız daima açık olmalı, kabullenme, şükretme yetimiz de yüksek olmalı evet ama tüm bunları yaparken pratikte de bir kolaylık gerek.
Zira olgunluk ve dünyayı içerden görmek zor zanaat. Adamın başını belaya sokuyor. Çok imreniyorum dümdüz yaşayanlara, kaygısızlara. Sırtımı bir yere yaslayım ömür boyu, öyle refah içinde yaşayayım diyorum. Ona da razı gelmiyor nefsim.

Ah nefsim, vah nefsim! Bilmiyorum demişken, şu nefis mefhumuyla aramızdaki husus ne olacak onu hele hiç bilmiyorum.
Sahi benim canım kelimelerimden “nefis” e sesleniyorum. Hani şu kendi içinde bile gaddar olan, yanına bir ünlü alacağı zaman hemen içindeki ünlüyü düşürüveren… Onun bencilliğiyle mi savaşacağız hayatımız boyunca yoksa “Koy verelim gitsin!” mi diyeceğiz? Sizi bilmem ama ben şu diğer adı med cezir olan hayatta ikisini de diyemeyecekmişim gibi geliyor ve işte o ortada sıkışmaktan oluyor tüm bunlar, Araf’ta kalmaktan.
Yani siz bakmayın ortada olmak iyidir diyenlere. Altta kalanın canı çıksın falan yalan. Her zaman ortadakidir en çok canı yanan. Çok uçlarda yaşayan insanların “Ben, çok mutsuzum!” dediğini duymam ben. Onlar o noktada sabitlerdir çünkü huzursuz dahi olsalar, gelgitleri yoktur pek. Ah biz, “Ne tür müzik olsa dinlerim, kulağıma hoş gelsin yeter!” diyenler, yemeklerde yeni lezzetlere açık olan ama yine de Türk mutfağından vazgeçemeyenler, ben size söyleyeyim, hayatın asıl derdi bizimledir. Daha çok bizleri sınamaktadır. Hatta alenen çetelesi tutulmaktadır med cezirlerimizin. Bir de kontrol sever bir adamsanız, kontrolünüzü kaybetmeye yazdığınızda, hayattan yiyeceğiniz şamar da yaşadıklarınızın üzerine sürülen acılı taratordur.
Ha bir de şu anda kafası karışık kebaba dönenler, inanır mısınız bilmem ama kuantum sizlere teslim olmayı öneriyor.bana da duyduklarımdan yola çıkarak başkalarına elvermeyi, bildiklerimi aktarmayı.buradaki teslimiyet duygusu, başıma gelen her şeye razıyım demek değil.hayattan ne istediğimi net olarak biliyorum ve istediklerimi almak için çabaladıktan sonra da iyi enerjiye teslim oluyorum demek.bizim bildiğimiz tevekkül yani;)
O zaman ben de yavaş yavaş “canım kelimelerim” le sakinleşmeye başlamışken, gelin hadi teslim olalım, kendimizi tokatlamayı bırakalım ve sürekli değişim, dönüşüm halinde olan dünyaya göz kırpalım. Bu süreçte de, kendi kasırgalarımızı sükûnetle ağırlayıp bundan sonra başımıza gelebilecek her şeye mutluluk pastamızdan birer ısırık armağan edelim.
Ve ben şu anda yazımı tamamlarken, benim canım kelimelerime daha sıkı sarılayım, hepsine de ayrı ayrı teşekkür edeyim, bir Cuma akşamı benim sırtımı böyle güzel sıvazladıkları için.
Siz de teşekkür edin ve sevin. Hatta sarılın mümkünse, hayatta size en sevdiğiniz pasta kadar tatlı gelen her şeye…

Gonca CENGİZ
04.03.2011

AŞK OLSUN!

 Bugün bir vapur dolusu hikaye birikti hafızamda. Neden vapur bilmiyorum.
Buram buram hissettiğim deniz özlemimden ya da "Ada vapuru yandan çarklı" dizesi dilimde dolaştığından, kim bilir :)
Akşam saatlerinde hayatın da çarkının yana kaydığını yeniden hatırladığımdan, yine içten içe feryat edip yazmak gerek dedim.

Kentimin sokakları ve esnafları hararetle yarına hazırlanadursun, biz 6 kız, Ankara'yı kendi üslubumuzla dolandık durduk.
Sevgililer Günü değildi gündemimiz,"sevgi" li olmaktı, önemli olan bizim "gün"ümüzdü.
Ağırlığınca altın değerinde olan ve bol kahkahalı...
 
Bıçkın mevzular, avanak konular, hayt huyt ettiren adamlar bir yana dursun,
Biz yemeklerimizi yiyip sohbet ederken, içinden bir türlü çıkamadığımız konular da,masanın ortasında kabak gibi duruyordu.
İşe girdim, giremedim telaşları,"Yarın pazartesi,ne giycem?" kargaşaları,kpss sonuçları,hayatlarımızın varoşları,çakıl taşları...

Yarın 14 Şubat evet, kutlu olsun tüm sevgililerin günü...
Çiçekçilerin, restoranların, tüm çarşı-pazarın günü...
Bugün o masanın etrafında konuşulan derin mevzulara baktım da,
Ne kadar aynı yaşıyoruz aslında ve ne kadar farklı.
Terliklerimizle gidiyoruz birine, seviyoruz, seviliyoruz. Tüm kırmızı kalpleri, çalan şarkıları "o"na yâd ediyoruz.
Sonra bir gün geliyor, en aşık halimizde kendimize kaçıyoruz, yalınayak.
Neler oluyor bu süreçte, neden düğüm oluyoruz bir noktada?
Çünkü bekliyoruz, kabule uzak, isyana yakın duruyoruz.
Ne istediğimizi bilmiyoruz çoğu zaman ya da ne istediğini bilmeyenlere tanık oluyoruz.
Biz, aşkın samimiyet halini isterken, zamanında samimiyetsizlikleriyle bizde hal bırakmayanların acılarına tanık oluyoruz.
Cinsiyeti yok gaddarlığın, aşkımız çalınıyor, şikayetçi oluyoruz!
Değişiyor, törpüleniyor, güçleniyoruz.
Şubatta aşkla gelip martta aşksız gidenlere inat, acılarımızla yoğruluyor, inancımızla mayalanıyoruz.
Henüz bilemediğimiz bunca şey varken, bildiklerimizi bir bir cebimize koyuyoruz.
Karşımıza yine bir kendini bilmez çıkarsa şayet, en azından haddini bilsin diye!

Burdan "Kadınlar ne ister, anlayamadım gitti!" diye haykıranlara duyuru:
Kadın her şeyden önce, adam ister arkadaş!
Ne istediğini bilen, bildiren.
Parmak ucundan saç teline kadar heyecanlanmak ister.
Ama öyle 14 Şubat ticareti içinde değil, gerçek, hakiki aşk içinde.
Kendini konuşan adamı sevmez kadın, hani öyle atıp tutan.
Samimiyet ister. Kendini adamın avucunun içinde değil, gözlerinin içinde görmek ister.
Yollarına gül dökülmesini değil, gözünden yaş dökülmemesini ister.
Hani öyle büyük sürprizler falan da değildir beklediği, beyni büyük adamdan küçük mutluluklar ister.

Çok bildiğimden değil bu yazdıklarım, bilemeyişimden.
14 Şubat arifesi 6 kız bir araya gelip yaptığımız serzenişlerden, tebriklerimden, tenkitlerimden...
Helal olsun diyip havalara uçurduğumuz adamlardan, yazıklar olsunlarla maziye postaladıklarımızdan.

Ben kutlamayacağım ama bugüne hazırlananların günü keyifle dolsuunnn.
Yemekleri güzel, şarapları leziz, sofraları bol kahkahalı olsun...
Ve birine körkütük aşık olup canı yananlar, ister istemez can yakanlar,
"Yalan dostum, aşk diye bir şey yok!" diyenler, mutlu olanlar, mutsuz olanlar,
 Hepinizeeee aaaşşkkkkk olsuuuunnnn!! :))))
  
Gonca CENGİZ
14.02.2011