7 Aralık 2011 Çarşamba

BEN KÜÇÜKKEN

    Bu yazı, Nihat Sırdar’ın radyo programından esinlenilerek yazılmıştır.

Ben küçükken, Erikli suyun içinde gerçekten erik var zannederdim; “erikli” derlerdi ya, öylece inanırdım işte. Çok sonraları anlayacaktım sunulan şeylerin içinin bazen sadece vaatlerle dolu olacağını.
Birer birer sandık lekesi olacaktı anılarım. Kucağımda biriktirdiğim erikler, bugün hayat çalanların yaptıklarının yanında hiçbir şey olacaktı.
“Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden.” diyordu Ahmet Haşim. Kendisi ağır çıkabilmiş miydi ya da eteklerinde bir yığın gümüş rengi yaprak mı vardı yoksa düpedüz güz mevsimimi miydi kucağında taşıdığı?
Ben küçükken, büyüdüğümde onu çok özleyeceğimi bilmeden önlük giyerdim. Çok sevsem de, her gün aynı şeyi giymekten sıkılırdım işte. Büyük olmak, uzun kabanlar, topuklu ayakkabılar giymek isterdim. Şimdi büyüdüm, uzun kabanım da var, topuklu ayakkabılarım da. Ama içimde o his yok. Evimin önüne gelip beni okuluma bırakan servisim yok. Hı şu sırt çantama sakladığım kocaman su geçirmeyen kabanım da. O servislerde yaptığımız savaşlar da yok. O günlerde hayal edemeyeceğim savaşlar var şimdi, bambaşka savaşlar…
Servis arkadaşlarım yok. Hani üst devre olup hep benimle konuşan kızlar: Esra ve Ceyda. Hı evet Esra- Ceyda kardeşler var şimdi. Abuk sabukluğun tarihini yazıyorlar. Belki ben küçükken bizim kızların büyüdüklerinde öyle olacaklarını söyleseler, fazlasıyla korkup “Siz büyüyün, ben büyümüyorum!” diye çığlıklar atardım! Neyse ki, onlar, onlar değil J
Ben küçükken, kafasına yumurta attığımız adamlar vardı. Laf attığımız ablalar, ağabeyler ve tüm bunlar olurken bizi sokaktan izleyen teyzeler, evlerinin camından izleyen çocuklar… En çok da o camdan bakan mahalle çocuklarına takardım. Niye uzatırlardı boyunlarını oradan, onların okulu yok muydu? Hem niye duruyorlardı ki orada öyle? Ya aşağı inip savaşımıza katılsınlar, ya da uslu uslu içeri girsinlerdi.
Onu da sonradan anlamıştım. “Sadece bakanlar” ın, küçüğü büyüğü olmazdı. O yıllarda da geri çekilmek de, ileri gitmek de bir hamleydi ve en basit hamle bile olsa, elinde piyonu bile olmayan nice insan vardı.
Ben küçükken, öyle gün sonlarında “Bize gel, kahve içelim” cilik ya da facebook’tan dürt, twitter’dan followla falan yoktu tabi. Dansa davet vardı. Daveti bol olup dansı hiç olmayan ama yine de cümleten keyif aldığımız o oyun. Sonrasında yenilen renkli lokumlar, macunlar, meybuzlar ve dahası…
İki genç “çıkalım” diyince eve köye çıkılmaz, samanlık da seyran olmazdı. Neden mi? E ne samanlık bilirdik biz, ne de ev. Bahçe bilirdik biz bahçeeee! Nasıl mı? Vatandaş gelir, “Benimle çıkar mısın?” der sana, sen de evet dersen, bahçede iki tur salınır havalı bakışlarla sınıfınıza dönersiniz. Bunlar ilköğretimin mevcutları tabi. Lisede de bir sokak öteye gidiyorduk hepsi bu :P
Ne çok şey değişti, ne çok şey öğrendik zamanla. Bunlara da güzel mi güzel katkıları olan bal-kaymak gibi öğretmenlerim vardı benim. Özellikle de Türkçe öğretmenlerim. Hepsine selam eder, ellerinden öperim. Ben küçükken, okuma-yazma günlerimiz, konuşma saatlerimiz ve tiyatro etkinliklerimiz vardı. İyi ki de vardı, şimdi var mıdır, olduruluyor mudur bilmem…
Ha bir de yeri gelmişken-ki dayağın yeri hiçbir zaman gelmez- İlkokul birdeyken, sıra dayağı atmadan günü kapatmayan bir öğretmen(!)im vardı benim. Onun yüzünden, paldır küldür başka bir sınıfa aldırmıştı beni canım ailem. Evet, ben küçükken, bir de “o” vardı. Diğerlerine selam olurken, ona da yazıklar olsun “sıra” sı gelmişken.
Siz küçükken ne vardı? Hangi renk Power Rangers ya da Ninja Turtles tınız mesela? Benim gibi “abone” dansı yapıyor muydunuz, yerden ne kadar yüksektiniz? Siz de hep Barbie’yle Ken’in evlenmesinden yana mıydınız ya da 2000li yıllarda Jetgiller çağına gireceğimizi düşündünüz mü?
Peki ya bu günlere geleceğimizi?
“Büyüyünce ne olacaksın tatlııııımmm?” sorusuna verdiğimiz cevabı uygulayabiliyor muyuz ya da o günlerde evleneceğimizi düşündüğümüz kişiyle mi evliyiz-evleneceğiniz?(Hayır, ben Süleyman Demirel, Mesut Yılmaz ve Turgut Özal diyormuşum daJ)
Şimdi, “Anneni mi daha çok seviyorsun, babanı mı?” da dahil olmak üzere, hala aynı sorular soruluyor çocuklara ve nerdeyse hiçbiri daha o yaşlardayken dahi bu soruları mantıklı bulmuyor.
Hoş, bulsalar da bulmasalar da, hoş gelse de gelmese de, bu sorular daha çooookk sorulacak, cevapları da daha çooookkk değişecekJ
Unutmadan, ben küçükken, “Annemi de, babamı da eşit seviyorum” derdim.
Kalanları da zamanla birlikte görelim, diyorum.
Siz de güzel günler görün.
Hatta gerekirse kızınızı değil; dizinizi dövün. J


Gonca CENGİZ
08.12.2011


2 Aralık 2011 Cuma

“ASIL”, YALNIZCA BİR KOMUT DEĞİLDİR

Asıl olan nedir biliyor musunuz? Sizi, kimin ne kadar büyüttüğü.
Biri ya da bir olay, ne kadar ileriye götürdü sizi?
Hayatta mutlak olan, en ileri gitmek değildir bilirim ama kimsenin gayesi de gerilemek değildir pek tabi.
Peki, neleri unutamaz insan? Hayatının en reytingli sahneleri nelerdir? En acılı, heyecanlı ya da mutluluk dolu sahneleri değil mi? İşte tam da bu anlarda şükran borçluyuzdur hayatımıza giren herkese, her şeye.
Hadi hepsini hatırlayalım bir bir… İlk aşk, ilk iş, ilk zor işveren, anne, baba, çocuk ve ötesi…
Kimle büyür insan, kişinin bu eşsiz yolculuğuna vesile olan asıl nedir, kimdir?
Büyümek nasıl olacaksa, vesileleri vardır elbet ama ona tek bir şey değildir sebep.
Büyümek, zordur, yükseliştir, sorumluluktur.
“Kim istemez ki büyümeyi?” dedirtirken, “Ah çocukluğum!” Nidalarına saklanılan ve hiçbir zaman geçmiş zaman kipinde tekrar karşılaşılamayacak şeydir büyümek.
Ama başımıza her ne geldiyse, mayalanmakla eş değerdir bana göre. Hayatımıza gelenler, hayatımızdan gidenler,  bunu anlasa da, anlamasa da, bizim her hamleden sonra aynaya bir kez daha göz kırpışımızdır.
Özgüven mi?
Bilmem, neden olmasın?
İnanç,  güç ve azim de olabilir pek tabi.
Hem insanın kendiyle sırdaş, arkadaş olmasından daha öte bir şey var mıdır bu dünyada?
Asıl olan, uzun vadede mutluluktur.
Murat Boz vatandaşımın dediği gibi “Bugünü, dünüme, yarınıma değişir giderim.” den öte, “Bugünümü yarına nasıl taşıyabilirim?”dir belki kim bilir...
Hayatımızı durdurma şansı verilse her birimize, ne yapardık bir düşünsenize. Bir düğme olsa, ona bassak ve hepimiz o anda kalsak… (ki çoğumuz düşünmüşüzdür bunuJ)
Seçebilir miydik, basabilir miydik o düğmeye? Bence özellikle biz kadınlar, belki daha iyi bir an görebiliriz zihniyetiyle kesin o şeye tuvalette falan basmak zorunda kalırdık ki aman Allah’ım ömrümüzü bir klozet üstünde geçirebilirdik!

Peki ya erkekler? Konusu skor olan her şeyde zamanı durdurmak isteyebileceklerinden şüphem yok J
Vaziyet bu. Gerçek mutluluklar mıdır bunlar, değil mi bilemem. Bildiğim, her şeyin zamanla hızla değiştiği.
Sıkıntılı olan şeyse, siz hızla değişirken, yerinde sayan zımbırtılar. Zımbırtı diyorum çünkü yerinde sayan her şey, her beyin, her kalp, zımbırtıdan ibarettir bana göre.
Hı bu yetmiyormuş gibi gerileyenler vardır bir de. Tecrübelerime dayanarak söylerim ki, bu daha çok, uzun vadeye taşınan ilişkilerde ya da arkadaşlıklarda hüküm sürer. Bende her ikisinde de öyle uçurumlar olmadı. Hep birlikte yürüdük gittik. Gidemediklerim de, kendi gittikleri yerlerde sağ olsunlar.
Asıl olan bunu diyebilmektir belki de. Biriyle yan yana yürüyemediğin andan itibaren onun yürüdüğü yolda ona sessiz dualar göndermektir. Büyümek mi? Büyümek de belki budur.
Peki ya aşk? “Allah kahretsin, ne olursa olsun, benim olsun!” değildir belki de, “nasıl mutlu olacaksa öyle olsun” dur.
Aynaya bakıp göz kırpabilmek, kalbine dokunabilmek, nefsinin boynunu bükebilmektir asıl olan.
Ve belki de büyüklüğün, değişimin, aşkın asıl teması budur.
Asıl olan, insanın kendi gözünün içine bakıp bir ben daha görmesidir.

Ve asıl olan, insanın aynasında asılı olan siluetidir aslında!

Gonca CENGİZ
02.12.2011

8 Eylül 2011 Perşembe

ALDIĞI KADAR UN


Mutluluğun resmini çizmek mi?
Yok yookk. Aslaa! Yapamam ki zaten. Küçükken en güzel resimlediğim insan, Cin Ali, en güzel resimlediğim manzara da, hani şu hepinizin bildiği dağ, güneş, nehir üçlemesiydi.
İşte o sebepledir ki, bilincimin altıyla da üstüyle de resim sanatı pekiyi anlaşamaz. Ama konuşabilirim mutlulukla ilgili, yazabilirim. Bir de her şeyin ötesinde, onu iliklerime kadar hissedebilirim. Baktım yavaş yavaş geliyor bana, burnumdan topuğuma tüm seferini keyifle izleyebilirim.
Bugün düşündüm de her mutluluk burundan topuğa giden keyifli bir zaferin meşalesi değildir aslında. Bazen bir nefes alırız ya da aldığımızı zannederiz bilmiyorum, mutluluk, vücuda yayılamayan ilaç gibi, polis gördüğünde ellerini kaldırıp teslim olan suçlu gibi kalakalır oldu yerde.
Çünkü mesela bazen kalbi kabul eder de, aklı kabul etmez insanın mutluluğu. Zaten kalple aklın ortak sonuca varamadığı yerlerde mutluluk ne kadar hüküm sürer bilinmez. Salt kalp çarpıntısı değildir mutluluk. Ya da insanın eline, ayağına gelen herhangi bir şey. E, beyne de pırlanta takamadığına göre insan, mutluluk ne yalnızca akıl işidir, ne de parayla, miktarla ölçülebilir.
(UYARI: Son söylediklerimin aksini düşünenler için yazım anlamsız gelecektir, lütfen devam etmeyiniz J)
Yani demem o ki, mutluluk hepimize göre değişen şu, jelibon kıvamındaki şey, nicel değil niteldir. Talan eder adamı, yakar geçer. Ilık ılık dolaşır damarlarda. O varsa her şey tamam, yoksa her şey eksiktir. Bir nefesle tüm vücuda yayılanıdır makbul olan, bir nefesle vücuttan ayrılanı değil.
Beka, ölümsüzlük gibi şeylere inanıyorsa insan, önce mutluluğunu sabitlemelidir. Zira bunu hissettiği andaki enerjinin aynısını hayatı boyunca bir daha hiç hissedemeyecektir.
Tarihin tekerrürden ibaret olduğu pek çok an vardır, doğrudur. Ama sanırım insan, mutluluğunun tarih olmasını hiç istemediği için bir türlü tekerrür etmez mutluluk. Kişiye özel dikilmiş gibidir, bir benzeri, başka bir yerde, bir başkasının üzerinde hiç güzel durmaz.
Ve kişi, kendine yakışan mutluluğu giymelidir, kendi mutluluğunu. Mutluluk giyilir mi? Evet giyilir. “Aşk, kaç beden giyer?” Diye sorarsa birileri, mutluluk da giyilir. Ama onun da bedenine dikkat edilmelidir. Denenirken, insanların görüşü alınmalı, deneme aşamasında gerekli çaba ve gerekli kabul gösterilmelidir.
Hatta bence asıl mutluluğun asıl felsefesi bizim mutfağımızdadır, kabinlerde de değil. İşte, mutluluğun anahtarı o sihirli cümle: Aldığı kadar un.
Aman aman amaann… Farkında mısınız Oktay Usta’nın sürekli kullandığı bu kalıbın büyüsünün? Ne olgun, ne büyük bir öğretidir bu. Yapabildiğin kadar yap, taşabileceği yerde dur, elinden artık bir şey gelmez, abartma demektir. Gülmeyin ya, “aldığı kadar un”, vallahi kabul, vallahi tevekküldürJ

İşte hayatta da “aldığı kadar un” felsefesinin eşliğinde anlık mutlulukların değil, vücuda yayılan mutlulukların peşinden gidilmelidir.
Peki, peşinden gidilen mutluluk kaçarsa kovalanmalı mıdır? Tabi ki evet. Hatta uğruna dağlar bile delinmelidir. Çünkü bu dünyanın en büyük polisiyeleri, mutluluk-mutsuzluk çatışmaları üzerine yazılmıştır.
Onlar da resmedilemedikleri için mi yazıldılar bilmiyorum. Ben de çizemiyorum ama yazıyorum ya… J
Bugün de geldim yazdım vücuduma yayılan mutluluğu.
Bir zaman sonra elimi uzattığımda tutamam diye, ben bugünün aynısından bir daha göremesem de, bugünün edebiyatını gözlerim yarın görsün diye…
Hayatımın aldığı kadar unum hep olsun diye…

Gonca Cengiz
09.09.2011

31 Ağustos 2011 Çarşamba

HERKESİN BAYRAMI KENDİNE

Çocukluğuna dokunabilir mi insan?
Bazen dokunur ya da dokunduğunu zanneder bilmiyorum. Sırf ona daha çok yaklaşmak için iner bir yerlere, gider birilerine. Bazen başarılı olunur, bazen başarısız. Ama olunur, orda burada bir yerlerde birileriyle hep olunur.
Hiç de olunur kimi zaman ki yaradılışın asıl temeli hiçliktir; unutulur. Çünkü hiç olmayı sevmez insan. Egosu buna izin vermez bir kere. İşte, bir çocuğun büyüyüşü, hiçten hepe paldır küldür giden bir yolculuk değildir de nedir zaten?
Bayramlar neden hep çocukluğunu anlatır insana? Büyüklerin bayramı yok mudur? Bayram etme güdüsü, çocuklar ve deliler için mi kurgulanmıştır?
“Nerede eski bayramlar? Ah ulan hepiniz kaçtınız bir yerlere!” falan diye eskimiş, eskitilmiş cümlelere yanaşmayacağım. Artık insanlar da bayramlar da değişiyor çünkü. E normal olan da bu. Eskiden beş on ev varmış Ali dayıgilin oralarda. Giderlermiş birbirlerine bayramlaşmaya güle oynaya. Şimdi Ali Ağaoğlugilin etrafında dönüyor dünya. En şık giysilerimizi, marka çantalarımızı, lüks arabalarımızı alıp gidelim mi bayramlaşmaya? Kabul eder mi bizi? Bilmem. Herkesin bayramı farklı çünkü. Herkesin bayramı kendine. Kimine deniz, bayram, kimine İstanbul. Kimine el öpmek, kimine el öptürmek… Kimine para, kimine yara… Farklı işte herkese. Ama asıl garip olan ne biliyor musunuz?
Hiç bayram etmeyenler. Edemeyenler ya da. Onların bunu düşünmek için bir yığın nedeni var. Belki de yok bilmiyorum. Çocukluklarındaki sandıkları karıştırıp karıştırıp iğne oyalı mutsuzluklar buluyorlar kendilerine. Kendilerini bulamayanlar mutsuzlaşıyor başkalarının bayram ettiği günlerde. Dini, milli bayram tamam süper hepsini kutlayalım deli gibi ama manevi bayramlarımız, içimizdeki bayramlarımız nerede bizim?
Şimdi mesela bu yazıyı okurken çok mutlusunuz diyelim… Sağ olun, buralara kadar da geldinizJ Ben de mutluyum ama sabitlenmiyor ki mutluluk, müzeye kaldırılıp bakılmıyor ki itinayla. Bir yığın his barındırıyoruz içimizde. Biri vuruyor arkamızdan tekmeyi. Biz düşmesek bile mutluluğumuz düşüyor. Ben kaç kere gördüm benimkini yerde tepetaklakJ Hı bu darbeler de bayram seyran dinlemiyor. Her an hazırlıklı olmak lazım. Sizin başınızın üzerinde taşıdığınız mutluluğu elin adamı geliyor, topuklarınıza kadar düşürüp onu orda topuk dikeni yapıveriyor.
Siz daha fazla ilerleyemeyin diye. Çünkü bayramsız o. Çünkü çocukluğunda başucuna koyduğu bir kırmızı ayakkabısı hiç olmamış onun. Gözü hep başkalarının ayakkabılarında olmuş. Belki onu almak için uğraşmamış bile sonra büyüdüğünde.
Bir türlü içine sindirememiş sizin manevi bayramlarınızı. Çünkü bayramsız o. Ne yaşamış, ne yaşatmış bilmem, kaskatı kesilmiş. Hayatın ona kazandırdığı en büyük öğreti, acımamak olmuş, aldığı en kalıcı yara da mutsuzluk.
Böyle insanlar varsa etrafınızda, üzülerek söylüyorum, uzak tutun hayatınızdan. Dini, milli bilmem, bayramsız insan kötüdür. Siz denize attığınız taşla mutlu olurken, o itinayla gelir, o taşı gediğinize oturtuverir.
Ben bunları ağustosun son akşamında Ankara’da bir cafe’de yazıyorum. Ne eskilerin anlattığı gibi yaşıyorum bayramı, ne de bayramsızlaşıyorum. Sadece içinde bulunduğum andan keyif almaya çalışıyorum. Öyle bayramsızlarım falan da yok etrafımda ama kendi bayramımın resmini yapıp bırakıyorum…
Sahi siz nerelerdesiniz? Hangi bayramı yaşıyorsunuz, hangi duygulara yaklaşıyorsunuz? Tatlı yiyip tatlı mı konuşuyorsunuz, yoksa çikolatanın bile en bitter haliyle acılarınıza gem mi vuruyorsunuz?
Hıı yanlış da anlaşılmasın. Bitter güzeldir, tatlı güzeldir. Bence canınızın istediği her şeyden yemelisiniz. Dost olun böreklerle, sarıp sarmalanın sarmalarla. Derin bir nefes alın sonra ve neyle mutlu oluyorsanız, onunla bayram edin.
Hiçbir şey eskisi gibi değil evet. Bayramlar da olmayacak. Siz de sadece isteyin ve kendi bayramınızı ilan edin!

Gonca CENGİZ
31.08.2011



18 Ağustos 2011 Perşembe

İNCİR REÇELİ

Aslında bir süredir var olan ama yıldızı yeni parlayan bir film İncir Reçeli.
Hatta uzun bir süre kendisini izlememek için direndiğim, “Reçelden de film mi olurmuş?”  dediğim, popülerleştikçe soğuduğum…
Yani anlayacağınız bir hayli “önyargı” lı olduğum… Metin gibi, sizin gibi, hepimiz gibi…
Ben, Sezai Paracıkoğlu’nun Facebook’taki videolarından sıkıladurayım, sevgili arkadaşlarım, filmi çoktan izlemiş, o hayran kitlesine dahil olmuş, beni de filmi izlemem için ikna etme çalışmalarına başlamışlardı bile. Neyse bir süre direndim ben. Ama dün bu saatlerde tüm muhalif tavırlarıma rağmen, filmi açan arkadaşlarım sayesinde ben de bu furyaya katılmış oldum. Pişman mıyım? Tabi ki hayır. Yine olsa, yine yaparım ama bu sefer ağlarım. Rahatça hatta hönkür föşürt J
İncir Reçeli, bir Aytaç Ağırlar filmi. Filmin esas kızıyla esas oğluysa, Duygu ve Metin. Şöyle söyleyeyim, ablamız, hani şu an Show TV’de 24 saat yayınlanan Doktorlar dizisinin Zenan’ı Melike Güner, abimiz de “Benim buuuuu deeerdiimm…” diye yanık yanık şarkı söyleyen Sezai Paracıkoğlu.
Metin, TV programlarına skeç yazarak hayatını sürdürüyor. Yazdığı senaryolardan birinin kabul edilmediği bir günde her zaman gittiği bara gidiyor ve işte orada Duygu’yla tanışıyor. O günden sonra da Duygu ve Metin için başka bir hayat başlıyor. Zaten başka olan hayatları birbirleriyle daha da başkalaşıyor. Hayatın içinden karakterler ama bizim gibi değiller. Başkalar işte…
Herkesin ağladığı ve çok etkilendiği filmleri sevmem ben. Baştan önyargılı olurum. Hatta çoğu kez film vizyona girer girmez izlemediysem(Aşk Tesadüfleri Sever’de olduğu gibi) hiç izlemem bile. Ama diyorum ya bu kez kandırdılar beni ve iyi ki de kandırmışlar.
Film başladığında alabildiğine kusur buldum her şeyde.” Ne yani siz şimdi buna farklı mı diyosunuz, üff çok etkilendim!” falan diye başladım homurdanmaya. Bir de bir sahnede olayı çözdüm ki erkenden, sıkılmaya başladım tabi sonra. Ondan önce “Kız, hayalet mi?” bile demiştim düşünün. Hayır, öyle olsaydı, sabahın 7’sinde evi terk edecektim çünkü! J Hani film devam eder, eder… Heyecanla beklersin ama aslında hepsi rüyadır. Ooldu canım… Ben de salağım burada, sabah namazına müteakip sizi izliyorum ve böyle takdir ediliyorum, oolduu…
Neyse ki rüya falan değilmiş. İzlemediyseniz, en azından bunun rahatlığıyla izleyebilirsiniz bu filmi. Parçaları birleştire birleştire, pür dikkat izleyin. Ya da hatta izlemeyin hiç. Bence direk ışığı kapatıp ağlamaya başlayın. Öyle benim gibi de yapmayın. O kadar eleştirdim herkesi, “Ne sulugözsünüz beee!”  diye, sıktım kendimi ağlamamak için. Ama iş öyle olmadı tabi. Filmin sonunda boğazıma oturan öküzle birlikte hönkür föşürt ağlıyorduk. Ya da pardon, sağ gözüm kupkuruyken sol yanım ıslandı durdu. Nedeni hala araştırılıyor J



Hayat ne çok hikaye saklıyor içinde. Hatta insanlar bilmediğimiz neleri saklıyor içinde… Biz herkese herhangi biri gibi davranıyoruz. Oysa bir kişide herkes saklı. Herkeste de biri. İşte onlar da saklandıkları yerlerden aşk için çıktılar.
Dokunmadan aşk olur muydu peki? Neydi bize anlatılmak istenen? Asıl cellât önyargılarımız mıydı, zincirlerimiz mi, karşıdakinin bedenini ele geçirme isteği mi? Sahi neydi aşk? Dokunmak mı, dokunamamak mı? Ya da hangisi daha etkileyiciydi? Ben bunun cevabını henüz veremiyorum ama bu filmin sonunun bana oldukça dokunduğundan eminim. Zaten başlarda homurdanmamda pek de haksız değildim ama sonraları repliklerle öyle güzel toplamışlar ki gidişatı, o evdeki mumların yanına bir mum da ben yaktım içimden. Derin ve samimi yazılan replikler, hayatın içinde pek kurulabilecek cümleler olmasa da, insanı alıp götürüyor ve tabi son sahnelerin çarpıcılığı da, filme güzel dememin esaslı nedenleri…
Ah Duygu, vah Duygu neler dedin, neler ettin bana sabahın kör saatinde! Ne demekti o, “Canlı olan hiçbir şeyi sevme hakkını vermediler. Ben de incir reçelini sevdim. O, sendin sevgilim”
Ya buna ne demeli:
"Ben, insanları arabanın camına vuran yağmur damlalarına benzetiyorum. Bazen bir damla aşağı doğru kayarken, başka bir damlaya karışıp güçlenerek daha hızlı ilerler. Ben de sana karıştım aşkım. İnsanlar acımasız, savurgan… Hiçbir şeyin sonu gelmeyecekmiş gibi davranıyorlar. Bir gün şoförün camı açabileceğini hiç düşünmüyorlar..!"
Bence şimdi ne yapalım biliyor musunuz?
Hayatımızda incir reçeli etkisi yaratan şeylere bakalım…
Başkalarına karışarak güçlendiğimiz bu hayatta, şoförün camı açması halinde neleri kaybetmekten korktuğumuza bakalım.
Durun durun, yoksa siz başka bir yağmur damlasına hiç karışmadınız mı?
Ben karıştım ve daha nice damlaya da karışa karışa yoluma devam ediyorum.
Her damla başka bir hayat demek ve her damlaya dokunamasak bile onları hissetmek gerek.
Dokunabilmek ayrıcalıktır biliyorum
Ama dokunmamak da öyle…

Yine sağ gözüm kurudu benim, sol gözüm ıslak. İlla elin değmesi gerekmez ki bedene. Düşünceyle de dokunur insan, konuşarak da dokunur.
İşte replikleri, konusu ve müziğiyle bana bir hayli dokunan İncir Reçeli, benim için bu yılın en dokunulmaz aşk filmi olmaya hak kazandı bile.


Hazır, incir de çıktı, alın incirinizi ya da incir reçelinizi elinize, bu filmi izleyin.
Hem karnınız doysun, hem kalbiniz.
Ve dokunabildiğiniz şeylere bir kez daha dokunup şükredin.

Ama asıl dokunmadan sevdiğiniz şeylere gönderin şükürlerin en büyüğünü.
Çünkü asıl kutsallık, dokunulmayandadır!

Gonca CENGİZ
19.08.2011

14 Ağustos 2011 Pazar

GİTMEK, GİTMEKTİR İŞTE.

Zamanla değişir her şey. Hoş gelişler, gidişler gerçekleşir. Gelmesiyle bir diğer insanın midesinde
kelebekler uçuşturan insanoğlu, gidişiyle öldürebilir. Ya kelebeği ya da sevilmesi için oluşturduğu sebepleri.
“Ne yani kelebekler ölmesin diye biz gitmeyecek miyiz?” der birileri. Gideceksiniz efendim, gideceksiniz de böyle değil. Üslup bilir misiniz mesela?
Hani şu söylendikçe tınısı güzelleşen kelime: Üslup.
İçeriğin kardeşidir ve hatta kurtarıcıdır çoğu zaman. Anlatacağınız şey kötü bile olsa, bazen öyle iyi anlatırsınız ki, lal edersiniz karşıdakini. İşte, aşkta, her yerde…
İşte, gelen insanın üslubu dillere destandır da, giden anlamaz içerikten üsluptan. Edebiyatı bırakın anlamaz olur edepten falan.
Doymak ne kötü histir a dostlar. İnsan ancak doyduğunda gider. Fazlasını istemediğinde. Deneyin, gitmek ya da terk edilmek istediğinizde ayrılacağınız şeyi alabildiğine tüketin; işe yarayacaktır.
Bir gitmektir geldi aklıma, takıldı dilime. Zamanın sebepsiz gidişleri… Anlamaya çalışıyorum, anlayamıyorum. Hani şu “tüketmek” ten oluyor diyeceğim ne varsa, tükenmemiş nice aşk görüyorum. Hatta daha başlamamış olanlar... Hoş gelişler, sebepsiz gidişler…  Üslubu bozuk terk edişler ve nice kelebek cinayetleri…
Biliyor musunuz gitmek yine iyi aslında, gidebilmek. Gidemeyenleri ne yapmalı? Dalga mı geçiyorsunuz kardeşim siz? Ne bu böyle “Seni seviyorum ama olmaz” lar falan. “Evet, ben seninle evlenmek istiyorum ama Hatice’yle neticeye de bakmak lazım.” lar… Düpedüz şey değil mi bu? “Beni bırak canım, gelirsem seninimdir, gelmezsem zaten hiç senin olmamışımdır.” E bırakalım biz sizi tutmayalım…  Avuç içimizde durmak neyinize, buyurun ayağımızın altına…
Peki, bırakalım bu gelmeleri gitmeleri falan da gelelim şu “doğru kadın-doğru adam” arayışına…
Bir doğru kadın ve bir doğru adamla neler yapabiliriz ona bir bakalım. Türk kızıyım, aklım hemen evliliğe çalışıyor. Harika bir evlilik yapabiliriz meselaJ Huzurlu akşamlar, neşeli sabahlar, çocuklarla şenlenen bayramlar, gittikçe güzelleşen günler ve daha nicesi…
Şu anda beni okuyan karşı cinsim nasıl da gülüyor orda kıs kıs. Şimdiye kadar gülmediyse bile artık gülecek. “Biriniz de evliliğe karşı olun!” diye feryat edecek. En marjinal kadınlar bile er kişinin evine diş fırçası bıraktığı gün işler değişir bilirim. Neden korkuyorlar onu bilmiyorum ama adamın evine kendini hapsedenler falan olmasa böyle düşünmez bunlar. Adam haliyle bilemiyor tabi böcekle mi yaşıyor, insanla mı? Ama gördüklerim bana der ki: Bir adamın evine diş fırçası bırakmak, “artık evlenelim” in başka bir “Üslubu”dur J


Yani ben bu baskıyı yapan kadını da anlamıyorum. Hayır, ben 88 yıldır bir ilişki içindeyim, hiç yatıya bırakmadım adamın evinde diş fırçamı. Götürdüğüm gibi geri getirdim. Adamlar takık. Ben size söyleyeyim. Söyleyeyim de, erkeklerin ne istemediğini az çok anlamışken, ne istediğini de hala anlamış değilim.
Ne istiyor mesela? Dişini hiç fırçalamayan kız mı? Iykkk! J Ya o değil de, hatırlıyor musunuz eskiden yine az da olsa dinlerdik kızların tepesinden gül döken amcaları. Nerdeler onlar? Topluca Somali’ye falan mı gönderildiler? Hayır, romantizmin lanetlenip kapitalizmin baş tacı yapıldığı bir ülkede yaşıyoruz da ondan şeettiimm!
Bir “gitmek” dedim, buralara neden, nasıl geldim bilmiyorum. Fazla söze ne hacet, “Gitmek, gitmektir işte.” diyor Cem Adrian. Sahi o gidebiliyor mudur? Ya da gidiyorsa, nasıl gidiyordur? “Git-me dur ne olursun!” diyeni olmuş mudur?
An gelir, başınız ayrılır gövdenizden. Başınız bir yere, gövdeniz başka bir yere gitmeye kalkar ve siz onları olmadık bir yerde, olmadık bir zamanda birleştirmeye kalkarsınız. İşte, asıl kıyamet o zaman kopar. Onlar bir kez ayrıldı mı birbirinden, itina isterler, sessizlik, sabır isterler.
Sabırla başınızı ve gövdenizi yeterince dinleyip onları uzlaştırmayı başaramazsanız, savrulur, ikiye ayrılırsınız. Sonra… Sonra katil olursunuz! Ya başınızı öldürürsünüz, ya gövdenizi.
İşin kötüsü, ne istediğinizi bilmezseniz, asıl, içinizdeki kelebekleri öldürürsünüz ve bunun adı umut cinayetidir.
Ben, siz, onlar, kelebekler olmadan yaşayamayız…

Gonca CENGİZ
15.08.2011



1 Ağustos 2011 Pazartesi

RAMAZAN, “NEFİS” TİR!

Ramazan ayı gelirken, sizlerin aklına neler düşüyor bilmiyorum ama bu ilahi detoks yöntemi, gelmesiyle beni çok zorlasa da, alıştıktan sonra hiç gitmesin istiyorum.
Bu yalan dünyada yuvarlak bir kutunun içinde oradan oraya koşturan hamsterlar gibi saçmalıyoruz çünkü hepimiz. İnancı ve ibadeti çok yüksek olanlar bile bu ay hissettiklerini hissetmiyorlar kalan 11 ayda.
Hissetmek evet… Ben çok yoğun şeyler hissediyorum mesela bu ayda. Uğraşmıyorum böyle olması için ama durduk yerde gözlerim doluyor. Paldır küldür oturuveriyor boğazıma bir düğüm. Hele de ezan vakitlerinde…  Sabah ezanlarından zaten oldum olası fazlasıyla etkilenip, ürkmüşümdür. Peki ya iftarda duyduğumuz ezan, tüm günün zorluğunu alıp götüren o ulvi ses? Duyduğum an mıhlanıyorum olduğum yere. Derin bir nefes alıyorum önce ve sonra tabi şükür, şükür üstüne… Bir süre açamıyorum orucumu, ezan bitmesin istiyorum.
Esas ulvi his, tam da o an yaşanıyor çünkü. İçilen hiçbir suyun tadı o andaki yudumların yerini tutamıyor. Zaten oruç açmak bir nevi kavuşma hissi bana göre. Hatta bence hayatın genelinde hep bir şeyler için oruç tutuyoruz. Evet, Ramazan ayındaki kadar nefsimize hükümdar olamıyoruz belki ama zamanı gelmeyen şeylere kavuşmayı hep bekliyoruz.
O beğendiğimiz restoranda belki sadece bir kez yemek yiyebilmek için, belki fıstık yeşili bir ayakkabı alabilmek için ve belki de eve sadece yarım kilo kıyma götürebilmek için bekliyoruz işte. Kim bilir…
Ya da düşünsenize, oruç, markette abur cubur reyonunun önüne bırakılan küçük çocuğa içlerinden yalnızca birini seçmesini söylemek değildir de nedir?
Oruç, gerçekten açlıktır bence ve nadiren de olsa, aç kalanlar tarafından daha çok değeri anlaşılandır. Evet, sizin de bildiğiniz “varı da, yoğu da görme” mevzusundan bahsediyorum. Hiç olmayan ya da hep var olanda değildir işin sırrı. Bir var, bir yok olandadır. Kavuşmak için beklenendedir.
İşte ilahi kudrette de bu anlatılmaya çalışılmamış mı? Sevdiğimiz şeylerin değil bizden bir ömür alınması, sabahtan akşama olmaması durumundaki hallerimiz kaydedilmiyor mu bir bir? Sıradan şeyler muamelesi yaptığımız, canım ekmeği ve suyu daha çok sevmemiz gerekmiyor mu?
Sadece ekmeği ve suyu değil tabi. Kalbimizi, beynimizi, bizi doyuran her şeyi… Hatta daha çok, kavuşmayı beklediğimiz ve uzun zaman sonra kavuşabildiğimiz onca şeyi. Hem var, hem yok gibi. Yarın elimizden kayıp gidecekmiş gibi…
İşte bunları hatırlattığı için Ramazan, nefistir. Bedenimizi ve ruhumuzu terbiye etmenin en güzel halidir. 11 ayın sultanı, şeytanın bağlandığı aydır ve işte bu yüzden, nefsimizin de gerçekten nefis olduğu tek aydır.

Hayatta “cıs” larımız var ya, ta küçükten bugüne getirdiğimiz şu yapılmayacaklar listesi… Yasak elma çetelesi… Ne de güzel kabul ederiz bugünlerde onların yapılmayacağını. Uslu uslu otururuz yerimizde. Yemekler nefis, kalpler nefis…
Bir şeyler yapalım da affedilelim diye bekleriz hepimiz. Hatta bazılarımız, irademiz, hep bu ay olduğu kadar kuvvetli olsa diye dua ederiz.
Düşünüyorum da çok mu zor diğer ayları da Ramazan güzelliğinde yaşamak? Evet zor. Çünkü unutuyoruz. Zor; çünkü bencilleşiyoruz. 10 şehit görmeden yürüyüşe çıkmayan bizler, Ramazan gelmeden de yemek çadırı kurmuyoruz.
Sizler, eski ve yeni arasında nerede duruyorsunuz bilmiyorum. Ya da sevapla günah arasında… Ben çoğu zaman arada sıkışıp kalıyorum da, ondan boğazımdaki düğümlerim. Yasaklarım, yasallarım… Kavuştuklarım, kavuşamadıklarım…
Ramazan gelsin, davul çalsın istiyorum. İftarla sahuru, istemeyi, şükretmeyi seviyorum. Seviyorum da, ben de bu dünya da yaşıyorum. Yalanım ben, talanım. Kah düşüyorum, kah düşürüyorum.
Aç kalmayı sevdiğim kadar, doymayı da seviyorum. İnsanım ben, doyumsuzum. Nefsine şeytan vuranım.
İşte şimdi de diyorum ki, madem diğer aylar yeterince yapamıyoruz, biz de bu ay, şeytanı da, nefsimizi de on ikiden vuralım!
Hayırlı Ramazan’lar efendim…


Gonca Cengiz
02.08.2011

22 Haziran 2011 Çarşamba

KONYA'YI HATIRLARKEN

Bazen bir fotoğraf üzerine yazılabilir birçok şey… Gelen, giden, geçen, geçemeyen her şey, jet hızıyla hatırlanabilir… Daha dün gibi Konya’ya Veda Ederken’ i yazışım. Sandığımdan çok beğenilip, beni sandığımdan çok etkileyişi… Ve tabi en önemlisi, yazarlık olaylarına ufaktan girişim…
Daha dün gibi diyorum da tam iki yıl geçmiş üstünden. Kimliğimi öğrenci işlerine teslim edişimden… Öğrenciliğimin bitişi benim için o kimliğin teslimiyken, Konya’dan ayrılış da, uzunca bir dönem kaldığım yurdumdan çıktığım andı. Hey gidi günler!
Bir beyaz kağıtla neler yapılabilir diyor ya şair, ben de neler söylenebilir diyorum bir fotoğrafa… Tanıdık bir huzur arıyorum, bildik bir şeyler bekliyorum, eskiden kalma öylesine… Var mı bilmiyorum. Yüzümde belli belirsiz bir gülümseme… Konya’ya Veda Ederken’ in, Konya’yı Hatırlarken’ e dönüşme hali…
Nasıl çabalamıştım o kep atma töreninin güzel geçmesi için, ne dilekler tutmuştum… Bilseydim o vakit dileklerimle beraber kepimi de tutardım. Atılan kep, geri gelmiyor zira!(O değil de, benimki gerçekten kaybolmuştu! Hay bin aksilik! :))
Şimdilerde nam-ı değer 2011 mezunları, aynı telaşı yaşıyor farklı şehirlerde. Aynı amaca hazırlanıyor, aynı kaygıları taşıyor. Törenleri olmuş ya da olacak herkese hem hayırlı olsun, hem geçmiş olsun… Yalnız, öyle böyle değildir üniversite mezuniyeti. Fiyakalı olduğu kadar da dramatiktir dikkat ediniz. Ulaşımda, kültür-sanatta, aile içi dramatik konuşmalarda ve ev ekonomisi gibi olaylarda hep işinize yarayan statünüz son bulacaktır. Pazarlık bile yapamıyoruz artık. Nerde o eski günler… “Öğrenciyiz abi, az daha indir en son kaç olur?” falan demeler…
Gelelim elimden, dilimden bu kelimelerin dökülmesine sebep o fotoğrafa… O fotoğraf, mezuniyet töreninde çekilmiş ve değerli bir hocamız tarafından paylaşılmış bir fotoğraf…
Görünce gözlerim doldu. Sevgili 2009 mezunları Akif Hoca’mızın paylaştığı fotoğrafa bakınız lütfen...
İşte Selçuk Üniversitesi İİBF başarısı! Süleyman Demirel Kültür Merkezi’nin kasvetli havasından sonra kırmızı halılı bir açık hava şöleni… Hı bu arada, fakültemizdeki tek değişiklik bu değil. Görenler görmeyenlere anlatsın. Kantin, plazmalar, toplantı salonları ve dev amfiler… Her şey harika…
Keşke bu kadar da beklenmeseydi evet. Yıllık komitesi olarak, bizim de zamanında değerli isimlerle paylaştığımız gibi, çok daha önce görseydik bu güzel tabloyu. Ama bu iş böyledir. Her mezundan sonra bir devrim gerçekleşir. Hatta bu sinir bozucu gelişim, Murpy Kanunları’nı andırır. Ya da “Bir şey, ancak siz onu beklemeyi unuttuğunuz zaman gerçekleşir. Bu, hayatın sen bakarken soyunamıyorum. Deme metodudur.”u falan… Neyse biz burada hasedimizden çatlarken, 2011 mezunları o kırmızı halıdan çoktan salına salına geçtiler ve yarınlarını karşılamak için heyecanlı bekleyişe başladılar bileJ Şaka bir yana hepsine tekrar hayırlı, uğurlu olsun…
Hatırıma gelmişken, buradan mühendislik ve hukuk fakültelerine de selam olsun… Ya da yatarak geçtiğimizi düşünen diğer vatandaşlara… Sabahları yattık evet. Biz yani, arka sıradakiler. Hayır, hem sabah sabah ders mi olur canımJ Ama onun dışında ben size söyleyeyim o bin sayfalık kitaplardan yapılan sınavlardan yatarak geçemiyorsunuz. Yatsanız, rüyanızda görseniz belki… İşte öyle de anca “rüyanızda görürsünüz” zaten J Onu bunu geçelim de ben biraz fakülte holiganlığı yapayım…
İİBF, hayatın fakültesidir arkadaş! Oradan mezun oluyorsanız vardır bir ayrıcalığı. Düşünebiliyorsunuzdur her şeyden önce. Başınıza vura vura öğretiyorlar tarihi. Öyle şimdikiler gibi Hürrem Sultan’dan falan öğrenmiyorsunuz. Sosyoloji ve yönetim dersleri bilge yapıyor adamı. Nokta atışı yapmaya başlıyorsunuz, önce birey, sonra toplum üzerine. Aldığımız güncel ekonomi bilgilerinin öneminden bahsetmiyorum bile…
Ben bir iletişimci olmalıydım evet. 95.256 kere duydum bunuJ Ama olmadım. Her zaman da söylediğim gibi, seçtiğim bölümden de pişman olmadım. Her şey akademik bilgi değildir çünkü. Ya da KPSS A grubundan niceliği yüksek bir puan almak. Önemli olan niteliktir efendim; nitelik!
Fakültenin yanı sıra Kamu Yönetimi, insana vatandaş olmayı öğretir. Öğrendiklerini kullanamadığın bir ülkeyi değiştirmek için neler yapman gerektiğini öğretir. Ya da bilmiyorum… Belki de herkes, kendi sınıfında bu bilinci, kendi kendine edinir. Çünkü biz okurken “vicdan yönetimi” diye bir ders yoktu fakültelerde. “Vicdan masaları” vardı ve bazıları oralarda, bir başkası adına karar alırdı; güya!
Biz gittik, o da bitti. Bitmiş yani, öyle diyorlar. YADAM’ da çıkan kavga, bayrak yakmalar falan… Neler oluyor üniversitem öğrencilerine? O kırmızı halı kimler için seriliyor? Nerde zamanında avazı çıktığı kadar “vatan” diyenler? Zamanında az didişmedik ama yapmayın… Siz de susarsanız olmaz. Bu ülkeyi en çok ihtiyacı olan kavramlardan milliyetçiliğe hasret bırakırsanız olmaz…
Söylenecek, yazacak daha çok şey var biliyorum ama ben de sizi uykusuz bırakırsam olmazJ Hocalarım gitmeden yazımı bitirmek istiyorum ve fakültemizin yeni imajını azıcık kıskanarak da olsa, kocaman kocaman alkışlıyorum… J
Ankara’dan selam olsun kavurma kokulu fakülteme, kruvasan lezzetinde sabahlarıma, kopyalı duvarları boyanan sınıflarıma ve yüzümde bu gülümsemeyi bırakan hocalarıma…
Selam olsun öğrenciliğime, öğrendiklerime!

Gonca Cengiz
17.06.2011

27 Mayıs 2011 Cuma

ZEHR-İ ZAKKUM

Öncelikle nedir bu Zehr-i Zakkum?
Bilenler bilir ama ben yine de bilmeyenler için söyleyeyim, Zehr-i Zakkum bir albüm adıdır. Yusuf, Cem Eren ve Emre’nin 13 yıl önce bir araya gelmesiyle var olan grubun, ilk albümünün adıdır. 2007 yılında en çok “Ahtapotlar” isimli parçayla kendini bize duyurmuştur. Bırakın duyulmayı, bu şarkıyla, akıllara kazınmaları kaçınılmaz oldu. Zira bugüne kadar “son bir gece daha çirkin olmayı” öneren hiçbir şarkı yoktu alemde. E biz de giydirdik adamlara beyaz gömlekleri, seçtik kravatları, bıraktık kendimizi Zehr-i Zakkum’a…
Ben o yıllarda pek haşır neşir olamamıştım kendileriyle. Ahtapot korkum falan da yoktu ama ilk albümleriyle kucaklaşmayı beceremedim. Gel zaman, git zaman aradan 4 yıl geçti ve bir müzik markette dolanırken, aniden yerimde durup “Kim bu bağıran” dedim? Bağıran dedim evet ama hayatımda bu kadar estetik bağıran kimseyi de duymadım. Ne diye mi bağırıyordu?
“Anason kokarken sofralar/ Yaşlandırıyor seni aynalar/
Her geçen yıl birer birer/ Masadan eksiliyor dostlar!”
Size yemin ediyorum, mıhlandım olduğum yere! Ses çatlıyor, ben çatlıyorum. Çağırdım görevliyi, kim bu dedim?(Tabi Murat Yılmazyıldırım yönündeki tahminimi içimde hıktırarakJ) Zakkum dedi, yeni albümü. Hay bin D&R! Utanmasam anında teşekkür, şükür mektubu falan dolduracaktım hala o çakılı olduğum yerde. D&R oğul sağ olsun, “Efendim, siz bekleyin, ben getireyim cdlerini.” Dedi. Heyecanla beklerken, cdnin kalmadığını öğrendiğimde yaşadığım hayal kırıklığını size anlatamam.
Neyse ölmedik ya, sosyal paylaşım siteleri ne güne duruyor? Şu, sürekli kapatılıp açılan site(You Tube) de hiç fena değil. Çözerim bu sorunu diye düşünüp mıhlandığım yerden ayrılmayı başardım.
İşte Zakkum’un 2.albümü 13le de o gün tanıştık. Sonradan öğrendim; müzik geçmişlerinin 13 yılı bulduğunu ve bu albümde 13’ün sanılanın aksine uğurunun da onları bulacağına inandıklarını. Ben de inanıyorum, bu albüm, onların uğuru olacak.
Kendileri Ankaralı olmakla beraber Ankara’ya da sık sık gelip gidiyorlar. If’in perşembe konser afişlerinde daima görürsünüz isimlerini. “Perşembe konseri” diye özellikle vurguluyorum çünkü hep eleştirmişimdir şu konserler, hafta sonuna kaydırılsa da diğer gruplar hafta içi çıksa diye, yok. Program, aynen devam. Kaç konseri kaçırdık öyle… Bu konunun bir gün başımı yakacağını biliyordum ama neyse…
Bir süre düşündükten sonra hepinizin artık gayet iyi tanıdığı(tanımayanlar da tanısınJ) ailenizin damadı, sevgili sevgilimle konsere baş başa gitmeye karar verdik. Güzelce hazırlandık, çıktık. Fotoğraf makinem? Tabi ki yanımda(ilerleyen saatlerde bu kontrolün hiçbir işe yaramadığı, hafıza kartını unuttuğum anlaşılacaktır!)Afişte 22.00- 01.00 arası olacağı yazılan etkinlik için, biz 22.00 olmadan ordaydık. Ekmek sırası niteliğindeki sıraya çoktan girmiştik. Sanıyoruz ki saat geldiğinde ahtapotlar gibi sarılacağız birbirimize. Bu fikrin ne kadar saçma olduğunu anladığımızda dört sıfır yan yana durmuş ve çoktan gece yarısı olmuştu. Ayaklarımız, belimiz, zihnimiz ağrıdı tabi ama romantiğiz, mutluyuz ya sesimizi çıkarmıyoruz yönetim istifa falan diyeJ
Celil’in siniri kocaman olurken, ben de hatırlıyorum ki, etkinlik afişinin altında ayrıca bir de kapı açılış 22.00 yazıyor. Ama olur mu canım öyle bu ne saçmalık, çaktırmıyorum tabiJ Bizde sabırlar azaldı. Sevgilim “00.15’e kadar çıkmazlarsa biz çıkalım” dedi. Sahneye değil tabi; mekandan :P Ben de “Gel şunu 00.30 yapalım” dedim, Celil’in çiçek olup arkamda hareketsiz durmasını saymazsak olayı tatlıya bağladık.
Birileri geliyor gidiyor, sahnede sürekli bir koşuşturma… Ha çıktılar, ha çıkacaklar derken, 00.28’de ben tam toparlanıyordum ki; pardon diyerek yanımdan geçtiler sahneye bir bir. Şeytan dedi, “Tak bir çelme!”  Ama dinlemedim tabi, dinler miyim ·?
Her zamanki gibi mikrofon Yusuf’un siyah peluş tüyüyle sarılıp sarmalandıJ ve “Teslim ol” başladı. Onlar şarkıyı söyleyedursun, biz de müziğin ritmine teslim olmuştuk. Bu güzel teslimiyette sırasıyla dinledik tüm güzel parçaları ama gelelim beni derinden etkileyenlere:
*ilk albümün marjinal ve sevimli şarkısı Ahtapotlar’a karşı beğenilerim hala sapasağlam. Bu şarkıyı pek çoğunuzun bildiğini düşündüğümden 13’ün parçalarından bahsetmek istiyorum:
*Biraz Uyu: Zakkum’un, albümde Cem Adrian’la düet yaptıkları parça. Tabi ki diğer parçalarda olduğu gibi söz- müzik yine grup üyelerine ait. Bu şarkıyla birlikte, Cem Adrian’ı da, grup üyelerini de çokça alkışladık.
*Ah Bu Şarkıların Gözü Kör Olsun: Bildiğimiz safi Türk Sanat Müziğini coverlamışlar. Olur mu demeyin çok da güzel bir versiyon çıkmış ortaya. Daha bir isyan gelmiş şarkıya, daha tutkulu, daha güzel olmuş!
Ve işte sen sevdiklerim: Yüzük ve Anason. Bunları dinlemeden yaşıyorum demeyin. Çünkü biliyorum, ikisinde de ya kendinizden bir şeyler bulacaksınız, ya da kaybedeceksiniz kendinizi!
Yüzük, bizim bildiğimiz Türk filmi aşkına yazılmış bir şarkı gibi, hafif arabesk. Derin darbe etkisi yapıyor adamda. Albümün kliplendirilen bu ilk şarkısını dinleyin ve kalbinize takın!
*Anason: Son zamanlarda dinlediğim ve en sevdiğim parçalardan. Anasonu sevmeyen adama bile sevdirir, eski dostları hatırlatır, yalnızlık fobisini uyandırır. Tüm bunlara göre biraz mazoşist midir, evetJ Ama Mustafa Cihan Aslan’ın muhteşem klarnetinin eşliğinde mutlaka dinlenmelidir!
İşte böyle, şarkılar güzelken hala, alkolün dozu arttıkça saçmalama dozu da arttı tabi. Hem de klarnetin en vurucu yerinde. Ben de yanımdaki sarışını vuracaktım! Aman Allah’ım o nasıl bir eğlence tarzı, o ne basitlik, anan baban yok mu evladım senin? Yanındaki zirzopla yapmadığı kalmadı. O içtiği 88 birayı, sahnede içmeye devam edecek diye korktum bir ara! Kazulet çingene sonradan gelip önümüze dikildi zaten. Tüm bu terbiyesizlikleri yetmiyormuş gibi sivilceli sırtı ve şeffaf askılı zımbırtısı da görüntü kirliliğinin cabası! Neyse ki Zakkum, kulaklarımızın pasını silerek, duyularımızdan birine öyle güzel hitap etti ki, gördüğümüz çirkinlikleri biraz olsun hafifletti. Celil’ciğim bugün işe gidecek olduğundan gerginliğimizi, mutluluğumuzu ve yorgunluğumuzu cebimize koyup Zakkum’a veda ettik. Pek tabi veda edecektik çünkü biricik sevgilim, başka türlü uyanamayacaktı(!)


Güle eğlene gittiğimiz, oflarla puflarla ve ikişer karış suratla döndüğümüz bir konser macerası böyle tamamlandı. Celil, direksiyonda uyumadı evet ama benim içimdeki o bıcır bıcır kız çoktan uyumuştu. Neden mi? Zakkum, hala orda şarkı söylemeye devam ediyordu, benim ertesi gün gidebileceğim bir işim yoktu, sevgilim gecenin başında ahtapotlar gibi sarılmak isterken bana, gecenin sonunda şartnamede hata yapabilme olasılığıyla kafayı bozmuştu ve en önemlisi,
O dangalak sarışın çirkinleşmeye devam ediyordu ve ben onu dövemeyecektim!
Belki de Zakkum’un sözünü dinleyip “son bir gece daha çirkin olacaktı” ve bu geceyi ne kadar çirkin geçirse o kadar kardı. Ondandı bütün kabahati ve kadına şiddete evet dedirtmesi! J
Baş başa katıldığımız bu gece, başladığı kadar güzel bitmemişti. Yarım kalmıştı işte. Bu düpedüz, fıstıklı baklavanın kuru kısmını yiyip alttaki kısmı yere düşürmek gibi bir şeydi!
Tüm bu düşüncelerle evime geldim ve zor da olsa uykuya daldım.
Sevgilimle küstük evet ama beni küs olmadığımız zamanlardan iki kat fazla aradı. Yok, bu iş ilanıydı, yok şu cv’ydi… Ben tam, Celil ya işsizliğimden bunaldı, iş bulamazsam ya beni terk edecek ya da kariyer koçum olmaya karar verdi derken, kapı çaldı. Sucudur dedim, babam açsın dedim, açmadım.
Yanılmışım. Bizim kapının önüne bırakılan sevimli bir paketmiş. Babam, “Sana D&R’dan bir şey gelmiş.” Dedi. Düşündüm, bu, zamanında bana zakkumun 13’ünü öğreten D&R personeli olamayacağından, bana hayatı paylaşmayı öğreten sevgilimdendi.
Paketi heyecanla açtım: Biri, hani Zakkum’un şu dört yıl önce çıkan albümü Zehr-i Zakkum’du diğeri de onlara şans getireceklerine inandıkları 13.
13, bana da şans getirdi evet. Teşekkür için Celil’e telefon açtığımda,”Özür falan değil o; sadece sen mutlu ol diye yaptım.” demesiyle bir kez daha aşık oldum ona. Önü arkası önemli değildi. Sadece ben mutlu olayım diye bir şey yapmıştı ve bu şey, birçok şeye bedeldi! Yarım kalanı, mutsuzluğu, o da sevmiyordu işte ve uzun zamandır birlikte olsak da, mutluluğumuz da mutsuzluğumuz da küçük şeylere endeksliydi.
Bana tüm bu duyguları yaşattıkları için Celil’in sürprizine aracı olan babama, Mehtap Abla’ma, Zakkum’a, If’e, ha tabi bir de o D&R’daki çocuğa teşekkürler!
Bi deee, bi deeeee, ennn çoookk inandığımaaa…  J

Gonca CENGİZ
27.05.2011

18 Mayıs 2011 Çarşamba

SENSİZ OLMAZ!

“Sensiz olmaz!” dediklerimiz var ya hani, o taraflara doğru ses etmek istedim bu kez.  Ankara’nın bu zorunlu melankolik havasından payımı alayım istedim. Geçtim camın kenarına, aldım mis kokulu tomurcuk çayımı, bıraktım kendimi müziğin ritmine…
Meraklısı için, Bkz. Bülent Ortaçgil-Sensiz Olmaz.
Aşk, bir dengesizlik işi. Sensiz olmaaazz. Sensiz olmaazz.
Dengeye dönüşen sevgi, sensiiizz olmaazz…
Dengeli bir âşık gördünüz mü siz? Ben görmedim. Hayır, geçmişte biraz olsun gördüysem de çevremde, artık göremez oldum. Hele ki bizim şu şehir hikayeleri bu günlerde fazlasıyla yorar oldu beni ya da aşklar birbirini. Hani şu, “Hepiniz aynısınız!” genellemeleri var ya, hiçbirimizin sevmediği, oralara kolay gelmedik biz. Bir baktık hep aynı şeyler yaşanır oldu civar mahallelerde. Kızlar birbirine benzedi, erkekler birbirine. Samimiyetsizlik ağıyla örülmeye başlandı ilişkiler “Seni seviyorum ama olamayız.” lar, “Senin için bunca şey yaptım daha n’apayımlar?” Sen bana istediklerimi vermiyorsun.  Zaten ben de ne istediğimi bilmiyorum” lar…
“Merhaba” yla birlikte gelen “Sana ölürüm” ler, “Hoşça kal”ın arkasına ulanan “Daha iyilerine layıksın.” lar…
Aynı anda, başka yerlerde ağız birliği etmişçesine söylenen yalanlar, yanlışlar, savruluşlar…
Tabi bunlara bağlı olarak da daima süregelen istikrarlı istikrarsızlıklar…
Merak etmiyor değilim; bu yazıyı okuyanlarınızdan kaçı bir önceki dün ilan-ı aşk edip karşısındakine ertesi gün onu aramadı ya da bunu duyan şahıs aranmadı.
Ey ahali! İstiyorsanız arayın, istemiyorsanız aramayın. Hem bu bir duyurudur; eskiden çok revaçta olan dengesizlik politikası, artık seksapaliteden uzaklaşıp yerini tamamen antipatikliğe bıraktı. Bilenler, bilmeyenlere anlatsın ve artık net olunsun!
İlişki esnasında önce bildiğiniz sorulardan başlayın, bilmediklerinizi boş bırakın. Atıp, sıkıp saçmalamayın. Ösym sınavlarında yanlış doğruyu götürür de, koca hayat durdurur mu sanıyorsunuz, yanılıyorsunuz. Yanlış, doğruyu da, sizi de götürür alimallah!
Yani Bülent Abi’m, aşka dengesizlik demiş demesine de, dengeye dönüşen sevgi de demiş. Demek ki bu bıngıldak problemlerinin bir sonu var. Peki, işte tam o çizgide sensiz olmaz dediğimiz kimler var?
Seve seve hayatımızda tuttuklarımız, söve söve gönlümüzde tuttuklarımız, hem severek hem söverek hayatımızdan attıklarımız…
Yine kendi kendimize sormadan duramayışlarımız, olmadık bir saatte, olmadık bir yerde, muhteremin karşısına dikilip “Niyeeee seni böyle istiyorum?”  diye soruşlarımız ya da soramayışlarımız…

İçimize attıklarımız, içimizden atmak zorunda olup atamadıklarımız…
Anlamak çözmeye yetmezmiş. Anlayıp çözemediklerimiz…
    
Oradan herhangi birine sesleniyorum:
Onsuz olamamanın nedenlerini bilmiyorum. Saçma sapan bir alışkanlık belki ya da oldukça güçlü bir bağ. Adı her neyse, sen hep onunla olmak istiyorsun biliyorum. Olabiliyorsan ne ala, git daha da sıkı sarıl ona!
Peki ya olamıyorsan… Uzun zamandır hep birlikteyken bir sabah yalnız uyanıyorsan, sokakta onun parfümünün kokusunu alınca aniden yokluğunu hatırlayıp mıhlanıyorsan olduğun yere, kendini, yeri göğü unutuyorsan, zordasın. Ama sensiz de olmaz be canım. Tamam, git onsuz olamadığına ama seni senden alıyorsa da gitme. İnsanın en büyük terki, kendine eylediğidir!
Bülent Abi’m yalnızca sevdiğine söylememiş bu şarkıyı, sana da söylemiş…
Sensiz olmaazzzz, sensiiizz olmaaazz... J

Gonca CENGİZ
14.04.2011

ZAMANIN ELİ

Sabah sabah yollara koyulmuşken, hele bir de kahve kokusunun içine düşmüşken iki kelam etmeden olmaz dedim.
Immm... Bu, kahve denen şey, kesinlikle yaratıcılığımı artırıyor.
Hahaa, hele üniversite yıllarımı hatırlarsak... Gecenin en görmeyen saatinde ard arda içilen 3 kupa sütsüz kahveyi...
Gözlerim tavanda, aklım ertesi günkü sınavda...
Bir ara sırf o dakikalarda çarpıntım oluyor diye heyecan ya da kalp problemim var diye korkmuştum.
Çok sonra anladım normal insan gibi kahve içmediğimi:))
Neyse... Bu konuyu fazla uzatmayalım zira zamanında yazdığım ve şu anda
" Notlarım" kısmında
 size göz kırpan bir yazım da, bu hususla ilgili.
Bknz."Türk ve Kahvesi" ;)

Bugün, insan karmaşası hakkında sohbet edelim istedim biraz.
İnsanın ucu bucağı belli olmayan bir dehliz gibi olduğundan...
Birbirine olabildiğince zıt duyguları nasıl olup da içimizde sessiz sedasız barındırdığımızdan...
En günahkar anımızda bile masum kalan yanımızdan
Aşktan kaçarken, aşka yakalanışımız
Kınadıklarımızı yaşayışımız
Küsmelerimiz, küstüklerimizle barışmalarımız
Ahretlik dediklerimizle vedalaşmalarımız
Belki bir zaman, uğruna kavgalar ettiğimiz ideallerimizden boşanışımız
Artık bizim için ideal olanın tam olarak ne olduğunu kestiremezken,
Komünistliğin parayı, feministliğin kocayı bulana kadar olduğunu kavrayışımız:)


Bakın ne diyorum, belki de canımız ciğerimiz annelerimizden başka
bir ikinci annemiz daha var.
Kim mi? Zaman...
Zaman Anne:)
Bir annenin anaçlığına ve çıkarsızlığına mutlaka ulaşamaz ama o da alır elleriyle sarıp
sarmalar, büyütür bizi.
Funda Arar da, bunu "zaman"ında düşünmüş olacak,
"Zamanın Eli" diye güzel bir şarkı yapmış.
Dinlenmeli...
Zaman Anne, bugünlerde size nasıl davranıyor bilmiyorum ama
kimsenin hayatının bal-kaymak olmadığını tahmin edebiliyorum.
Kendinizi ona bırakın, ellerine...
Yapacaklarınızı yapıp beklemeye başlayın.
Zaman Anne'den beslenin, zamanın sütünden...
İnanıyorum, her şey güzel olacak...

Ben ufaktan kaçayım, hayırlı bir iş için yollardayım.
Hayırlı sonuçlanırsa, konuşuruz... :)
Hazır, Ankara’ya yakışan kar, sokakları örtmemişken, biraz yürüyeyim.
Siz de, işinizden sıkıldığınızda, ocağa yemeği koyduğunuzda ya da 
bebeğinizi uyuttuğunuzda
ve umarım yazımın işte böyle sonuna geldiğinizde,
bir düşünür müsünüz,
 zaman dişi midir ve gerçekten elleri var mıdır?

Gonca CENGİZ
20.12.2010