10 Aralık 2010 Cuma

SABREYLEMİ


   İnsanları birbirinden ayıran sıfatlar vardır hayatta. Belki de en ayrımcı harf yığınlarıdır dillerde sıfatlar, ayırmak için oluşturulmuşlardır. Herkese doğar doğmaz bir ya da birkaçı yapıştırılıverir. Oysa yeni doğan bir bebeğin henüz bir sıfat taşıdığından bile haberi yoktur. Sıfatsız olamaz insan, olmamalıdır. İyi ya da kötü, illaki içlerinden birini taşımalıdır. Zira taşıma suyla değirmen dönmeyeceğinden aykırı ve iğreti bir sıfat, anında belli eder kendini. İyi-kötü, güzel-çirkin, tembel-çalışkan vs… gibi sıfatlarla sevgili toplum kendi kalıplarıyla ve daha çok karşılaşacağımız uç ve zıt kanılarıyla tanıştırır bizi. Ya hep olmalıyızdır, ya hiç. Ya olmalıyızdır, ya olmamalı. Orta yolu yok mudur bu işin?
Kendimi bambaşka bir sıfatla nitelediğim şu dakikalarda dua ediyorum yeni yüklemlere giden yollarda daha huzurlu olabilmek adına… Evet, huzursuzum ben. Hatta daha da acısı, sabırsızım. Ve işin garibi bu sıfatla nitelenen çok kişi olduğunu düşünüyorum. Ama yazık ki, kanıksanmış sabırsızlığın hüküm sürdüğü dünyada kaç kişi gerçekten farkında ki bu durumun? Ya da sahici bir rahatsızlık hissediyor çağın hastalıklarından birinden, sabırsızlıktan? Bu konunun bu kadar önemli olduğunu bilmezdim ben de. Meğer sabredebilmek bir yetiymiş. Gerçekten huzurlu ve sağlıklı olmak isteyen bireylerin niyetiymiş, zor zanaatmış. Yadırgamayın ama yerleşiklikten uzak, bavulu elinde gezen bir göçebeymiş sabır. Kâh sizin hayatınızda, kâh benim hayatımda. Kendi hayatlarımızda bile oradan oraya konup göçüyormuş, bir varmış bir yokmuş…
Ey! Sabır, derin bir nefesle çeksem seni içime, taze beyaz bir sabır balonu büyütsem içimde. Bir zırh gibi sımsıkı sarsan beni, büyük şehrin tüm ışıklarına ve karanlıklarına inat… Pazartesi sendromundan uzak tutsan mesela ya da sabahın köründe belediye otobüsüne bindiğimde ayakta kalmak için direnirken işe gidebildiğim için şükretmeyi öğretsen. Törpülesen beni. Garson siparişi yanlış aldığında, kuaför saçımı fazla kestiğinde, bilmem kaç saat süren sınavlara girdiğimde sorulan saçma sorulara, birilerinin ya da bir şeylerin bir diğerlerine alet ediliş seanslarına, kılıflara, zamlara, zararlara, yalanlara karşı dursan tüm heybetinle. Ağırlasam seni, beş vaktin birinde… Gelsen gitmesen, teşekkür etsem sonra sana, eksik olma desem…
Hayatlarına daha az konuk olduğun insanları görüyor musun? Senden yoksun kaldıkça kendilerine bile dayanamaz oluyorlar. Daha çabuk ayrılıyorlar birinden ya da bir yerden. Beklemedikleri bir sorunla karşılaştıklarında yalnızca gitmek istiyorlar. Nereye gitmek istediklerini ve ne beklediklerini bile bilmeden. Dinlemiyorlar, dinlenmiyorlar sadece hızla koşuyorlar.
Eskiler sabretmek, olgunlaştırır insanı derler. Doğrudur doğru olmasına da, sabırla kendimizi büyütmek yerine sorun bildiklerimizi yetiştiriyoruz alelacele. Zaman ilerliyor, biz hamlıyoruz. Yağıyor, esiyor, gürlüyor, her seferinde başladığımız yere geri dönüyoruz. Ne geri gidebiliyoruz ne ileri… İşte yine ortada kalıyoruz ‘hep’in ve ‘hiç’in ortasında, yalınayak. Bir gün gerçekten sabredebilme yetimizi kullanabileceğimize inanarak…
Uç noktalara yapılan seyahatlerden hoşnutsuzsak ve ortalarda gezinmek daha mutlu ediyorsa bizi, şırıngaya doldurulan eylemlerin dozunu iyi ayarlamamız gerektiğini unutmamalıyız. Nitekim sabırda doz aşımı bizi tahammül etme hissiyatına götürür ve sabrın sonu selametken tahammülün sonu ezilmektir.

Metin ve Fotoğraf: Gonca CENGİZ
Fotoğraf: İstanbul- 2007

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder