10 Aralık 2010 Cuma

KONYA İÇİN DEPREM VAKTİ

Konya’da deprem! Olur şey değil! Hem de 4,5 şiddetinde. Evet, evet Konya’nın görüp görebileceği en büyük deprem olmalı bu. Hem de üzerine türküler yazılan Sille’den başlayarak sarsmış koca kenti.
Ey! Ulvi kent, ey Mevlana’nın gözbebeği… Aylardan ramazan… Bu ay, bu vakitler, daha da huzurlu kılar seni… İbadete yönelir ahali, minareler yeşile boyanır, gökyüzü bir başka parlar. Pideler elleri yakar, hurmacılar daha çok misafir ağırlar.
Heyecanla beklenir kalabalık iftar sofralarında iftar vakitleri. Gözler kadar doyurulamaz karınlar. Zaten bilinmelidir ki esas mesele de budur. Göz tokluğu, kanaatkârlık ve şükredebilme yetisidir ulaşılması istenen.
Konya’da depremi de, ramazanı da iyi bilirim. 5 şiddetli yıl geçirdim nihayetinde
İstedim ki, yuvadan uçayım şehir dışında okuyayım. Dediler Konya’yı kazandın. Biraz tereddütlüydüm tabi. Sayılı gün dedik, hazırladık bavulları. Bir nescafe, bir çay hooop Konya’dayız. Tamam, düz gerçekten, e bisikletliler de çok ama sanılandan fazla yeşil.
Yıl 2004 aylardan eylül. Amaç hayatıma yeni sayfalar, yeni bilgiler kaydetmek. Kayıt süresi ve alanı dolduğundaysa tıpış tıpış geri dönmek başkentin bürokratik hayatına.
Bavullarım ve tüm diğer eşyalarım henüz yabancı olduğum yurt odasına alışmaya çalışadursun günler hızla geçmeye başlamıştı bile. Yeni bir yatak, yeni oda arkadaşları, yeni okul, yeni yemekler, yeni deyimler, caddeler, kültürler ve yenilenen birçok şey… Konya bizlere hoş geldin derken biz de ramazanı karşılıyorduk biraz coşkulu, biraz tedirgin, biraz buruk…
Zordur gurbette ramazan. Bilenler bilir. Pide, oda, soba sıcak da olsa daima soğuk kalan bir dağ büyütür insan içinde. Çocuklarını okutmaya yanaşmayan sevgili ailelerimize selam olsun, herkesin harcı değildir öğrenci olmak, hele evinin çok ötesinde öğrenci olmak hiç değildir.
Adam gibi öğrenci, gerçekten öğrenmek için ordadır. Derslerde anlatılanları, belki daha önce hiç görmediği kar tanelerinin kirpiklerinde donup buz olabileceğini, makarna ve yumurta dışında yemekler yapmayı, adilane tutumlar eşliğinde bulaşık yıkayıp fatura yatırmayı, bütçe yönetimini, tüm alet edevatı kullanışlı hale getirmeyi, bir odada on kişi yaşayabilmeyi, kardeşliği, bazense kardeş olunamayacağını, iyiyi kötüyü, sevmeyi sövmeyi, ayakta kalmayı, belki de her şeyin ötesinde onun için aslında en önemli olanın kendisi olduğunu… Biliyordur ki vakti geldiğinde bir gün bir yerlerde o da bunları birilerine öğretmeye çalışıyor olacaktır.
Küçükten hallice bir yurt odasında kaldım beş yıl.
Farklı kimlikte, kültürde, kiloları, yaşları, şiveleri farklı bir sürü kız…
Her gün her duyguyu yaşardık sanki. Birinin derdi hepimizin derdi olurken, birinin mutluluğu hepimizin gözlerini doldururdu. Şarkılar, türküler, gece yarısı yemekleri, çay fasılları, değişik iklimlerin değişik hikâyeleri, menülerin vazgeçilmezi” Allah ne verdiyse” ve üzerine yenilen şükür tatlıları… Tüm koridor sahura kadar yatmaz ezanı duyana kadar bekler, ezanın son anlarında da koştururduk banyoya. Diş fırçalama niyetindendi tüm bu telaş Kimse gözlerinden akan uyku damlacıklarına aldırış etmez, inadına izlerdi her sabah güneşin doğuşunu ve her sahur ayrı bir lezzetle bırakırdı yerini bir sonraki sahura.
İftara gelince… Öğrenci milleti bu, her yerde her şekilde yapabilir iftarını. Ama sıcak yemekleri, bol pidesi ve düşük maliyetli olanı makbuldür bu sofraların. Yoktur ki menülerde şöyle “annenizin yemeği” falan ondan yesin. Gözünde yoktur o leziz etli ekmek, Konya böreği, bamya çorbası. Onların tadına da doyamaz lakin bir başkadır annesinin yemeği, kendi sofrası…
Belki de hayatında gördüğü en güçlü kadının, annesinin, ocağın başındaki halini özlemiştir o. Belki dalmış gitmiştir yine, belki de sözlerini tam bilmediği türkülerden söylüyordur oğluna ya da kızına ithafen. Babasıysa yine olanca kuvveti, tüm dirayetiyle bakıyordur evlerine, annesine. Belki de bakmıyordur, belli mi olur…
Yandaki devlet yurdunda sıradayım, orda yiyorum yemeklerimi. Sebze yemeği çıkıyor, nimet bu nimet! Lezzeti ve ücreti de makbuldü o sıralar. İftar vakitlerinde uzunca kuyruk oluşurdu civarda. İftardan bir saat önce gelenler bile olurdu. Sıranın arkalarındayım çoğu zaman olduğu gibi. Ezan okundu çoktan, hatta bakıyorum saatime yarım saat de geçmiş ve sıranın bana gelmesine daha çok vardı. Orda durmak zorunda değildim. Daha orucumu açamamıştım bile. Gidip kendime güzel bir ziyafet çekebilirdim. Olmadı, yapamadım. Çok bunaldım, sinirlendim önce, hatta terslendim de yönetime. Ama bekledim.
Güzel yemekler miydi o gün yediklerim? Hayır.
Peki ya sıcak mıydı? Hayır.
En azından doymuş olmalıydım değil mi? Ona da hayır.
Tüm bunlara rağmen o günün bana hissettirdiklerini ve bu beş yıl geçecek mi dediğimi hiç unutmuyorum. İşte geçti bile, damağımda o gün yediğim pilavın tadı… Beş yıl sonra gülümsetiyor beni ve iyi ki de beklemişim diyorum. Yoksa bugün bu kadar sabırlı olmayı bile beceremezdim doğrusu.
Bu arada, fark ettiniz mi bilmem, değişik bir yapısı var insan hafızasının. Evet, güzellikleri unutmuyoruz ancak ne kadar zorluk, sıkıntı, elem varsa daha da bir saplanıyor insan beyninin tozlu raflarına. Dikkat ediyorum da, o yıllardan hatırladığım zengin iftar menülerinden ziyade, daha az yemek, daha çok doyumla yapılanlarıdır.
Biz ramazanı öğrenci usulü ağırlarken çalışan ve yerleşik kesim de bu ayın keyfini, kudretini, bereketini ve zorluklarını yaşıyordu elbette. Belediyenin düzenlediği etkinlikler, halka açılan sofralar, dolup taşan tatlıcılar, davulcular, kalabalık haneler vs…
Güllüdür, güllaçlıdır Konya’da ramazan, Mevlana’nın yanı başında nefsimizden uzak, sabra, insaniyete, bekleyişlere teslimiyettir. Yıllarca yüzümüzü yasladığımız tramvay camlarından seyreylemektir kendi yolculuğumuzu. Kim bilir kaç kez geçtim o tramvay duraklarından, kim bilir kaç hikâye geçti? Yıllar geçti ve işte ben de döndüm bürokrasinin ve güzel ülkemin başkentine.
Ben değiştim, Konya değişti. Her geçen gün daha çok parladı ışıkları. Kâh olumlu kâh olumsuz eleştirilerle izledik yeniden var oluşunu.
Her yeni öğretim yılı için yaz tatillerimizden döndüğümüzde daha başka bir ifade oturuyordu çehresine, tuhaf geliyordu, alışmaya çalışıyorduk her mimiğine. Görülen o ki, mucizeler kenti Konya bizleri daha çok şaşırtacak. Sordum, soruşturdum kalmamış eski ramazanların tadı. Çok hissedilmiyormuş ramazan ayının geldiği. Tüm bu durumlar bizler için iyi mi kötü mü tartışılır ama Konya’da gerçekten deprem oluyor!
Deprem ihtimaline en uzak kentlerden biri sallanmış bugün yıllar sonra, olabilecek en şiddetli depremlerinden birini yaşamış.
Şaşırtıcı…
Felaket…
Dün sel, bugün deprem…
Yarın ne olacak?
Kültüründen, inançlarından gün be gün uzaklaşan Türkiye’de tsunami mi?
Kaybediyoruz.
Kimliğimizi, dilimizi, dinimizi, umudumuzu, güvenimizi, evimizi ve daha nicesini…
Türkiye boğuluyor, Türkiye sallanıyor…
Bu bir ikaz,bu bir enkaz!
Daha fazla kayıp vermeden uyan ey halkım! Bak davul çalıyor…



Gonca CENGİZ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder