14 Aralık 2010 Salı

ÇAĞIN HASTALIĞI: DOYUMSUZLUK




     Uzaklarda birilerinin hayatında raslardım onun adına.Haberlerde duyardım.
Ruhlarını ebediyete teslim etmiş nice bedenler görürdüm sokaklarda da,
benim hayatıma hiç sızmaya çalışmaz sanırdım.Yanılmışım...
Ben ki,bir süre önce"neden daha iyisi olmuyor?"diye hayıflananlara ulvi mesajlar verip,şükür nutukları atardım.
Şimdi geçiyorum aynanın karşısına(ki bu devirde bunu yapabilmek bile bir yeti,biliyorum:))
Eski benle,yeni ben selamlaşıyor.Ama biri kızıyor ötekine.
"Daha ne istiyorsun!"diye bas bas bağırıp kulağını çekiyor daha haylaz olanın.

Kulağı çekilen,tam o anda veryansın ediyor.Kulağının acısına mı yansın,yoksa şu,arada kalmışlıklarına mı bilemiyor.

Yıllarca ona övülen "Ne istediğini bilen kazanır." ideolojilieri,şimdi onun başını ağrııtıyor.
İsteklerinin farkında olmadığı zamanlar daha az sıkıntı çektiğini fark ediyor.
Ama şimdi anlıyor ki,bilmek,öğrenmek ve farkındalık,insanın omuzlarında koca bir yük aslında.
Hem de kişi,20li yaşlarının basamaklarını tırmandıkça artan bir yük...
Evet,ne istediğini bilmemek,kötüdür.ordan oraya savurur insanı,alabora eder.
Peki ya istediğini bilip onu elde edememek ne yapar?
Ya hırsını kendine pranga etmiş bir zihin ya da gittikçe gücüne güç katan azimli bir birey.
Bizler,kati suretle ikincisine ulaşmaya çalışmalıyız evet ama peki ya üçüncü bir şık varsa?

*Ne istediğini bilip ona ulaşıp yine de kıvamında mutlu olamamak.
İşte o zaman,size "Çağın hastalığı:doyumsuzluk" reçetesi kesiyoruz.
En beylik ilacıysa,şükür.
Her öğün,açlık tokluk fark etmez,hatta açken daha makbuldür.
Karamsarlık değil,şükran duygusu beyne hükmetmelidir.
Sahiplik,iyelik hususlarında biraz daha kafa yorulmalı,bugüne kadar sahip olduklarımızla kucaklaşıp
olamadıklarımızla da barışılmalıdır.

İnsanın an be an değişim halinde olduğu bu hayatta,etrafınızdakilerin yüzüne dikkatlice bakın.
Çok istediklerine kavuştuktan sonra ya da epeydir ellerinde olanı kaybettikten sonra nasıl değişiyorlar...
Birisiyle güzelleşiyor,diğeriyle çirkinleşiyorlar.
Birden bire çok edinirlerse,ya da aniden çok yitirirlerse,hiçleşiyorlar...

Değişmek güzeldir.Üzerine giydiği her sıfatla daha da değişir insan,değiştikçe güzelleşir.
Güzelleştikçe,ehlileşir.
Duydunuz mu bilmem,evlendiği günün ertesi sabahına değişiyormuş insan.
Parmak ucundan,saç teline kadar...
Yazımı okuyan evli arkadaşlarım,sizler ne diyorsunuz acaba bu hususta? :)

Bunca şey değişiyor da,mutlulukla acının mıknatıslı etkisi değişmiyor.
Mutluysak,daha da mutlu olmak istiyoruz.
Ve canımız yanıyorsa,elbette ki,daha fazlasını istemesek de,çekim yasası peşi peşine acıtıyor bizi.
Acıya olan tamahkarlığımız,konu mutluluk olunca hükmünü yitiriyor.
Neye sahipsek hep dahasını istiyoruz.
Ve her mutlu anımızda,bir önceki mıknatıslı acı kampımızda yaşadıklarımızı unutuyoruz.
Bazen acıya da acıkıyoruz,bilinçsizce...

Zamane huzursuzlarıyız ya,bir şeyi fazla yapmayagörelim,sıkılıveriyoruz.
Ama aslında her şeyi de fazla yapıyoruz biz metropol çocukları...
Fazla tv,fazla internet,fazla seyahat,fazla yemek-içmek,fazla uyumak,
fazla çalışmak,fazla sevip fazla ayrılmak,fazla yıkılmak ve "daha"sı...
Öyle alışmışız ki fazlalara,içlerinden biri azaldı mı,biz de azalıyoruz.
Kendimizi,azlık-çokluk zarflarından birinin içine koyup hiçliğe postalıyoruz.
Yapmamalı...
Ruhumuz obezite sinyalleri vermeden,bu işe bir dur demeli.
Dahası istenmeli,onun için uğraşmalı ama yavaş yavaş...
Kuğulara simit atmanın tadını unutmadan...
Yormadan,yorulmadan
Sabahların aynılığından,gecelerin karanlığından,hayatın akışından ya da akmayışından hayıflanmadan...

Ee "daha daha" nasılsınız? :)



Gonca CENGİZ
14.12.2010

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder