10 Aralık 2010 Cuma

MONALİSA GÜLÜŞÜ

Bir nisan sabahıydı, yağmur yağdı yağacak. Söylene söylene yatağından kalktı kadın. Gözlerini açtığında önce ellerine baktı, onlara ne kadar yabancılaştığına. Sonra dokunduklarını düşündü ya da dokunamadıklarını. Yakınında bulduğu aynayı aldı hemen eline. Uzun ve anlamsız bakışlar attı karşısındakine ya da karşısındakilere. Zira içinde kaç kişi yaşadığını bilmiyordu. Otuzlu yaşlarına yaklaşmış olmasına rağmen bir türlü çıkamamıştı bu iç savaşın hengâmesinden. İçinden biri yaralarını sararken bir diğeri daha çok kanatıyordu ve işte gözleri dolmuştu bile. İçindeki sesler bir ağızdan konuşmaya başladığında hep böyle olurdu, belki de bu çoğulcu sisteme bir dur demeliydi artık. O anda düşündü demokrasinin aslında çok da savunulası bir sistem olmadığını. Alabildiğine bencilleşmek istedi, ama biliyordu ki bu hiçbir zaman mümkün olmayacaktı. Kendi içinde ne kadar yalnızlaşırsa yalnızlaşsın kalabalıklar onu kendi egemenliğinin uğultularına teslim etmeyecekti. Döndü ve biraz daha baktı aynaya. Kendisine daha fazla tahammül edememiş olacak ki aniden fırlatıverdi aynayı elinden. Canı yandı. Sırtında bir bıçak yarası, yüzünde belli belirsiz bir Monalisa gülüşüyle kalakalmıştı. Zor olmalıydı aydınlık bir ilkbahar sabahını böyle karanlık karşılamak.

İç seslerinden biri ısrarla sakinleştirmeye çalışıyordu kadını, zor kıyamet yataktan kalkması için ikna etti. Allah’tan bugün işe gitmeyecekti. Kendi gerçekleriyle bu kadar yüz göz olmuşken onların yalanlarına hiç eyvallah diyesi yoktu. Gerçi oldum olası sevmemişti yalanlara boyun eğmeyi. Karşılaştığı sorunların çoğu bundandı. Her şey şeffaf olsun isterdi, kendini bildi bileli sevmedi grileşmeye yüz tutan şeyleri. Onun tuttuğu, tutunduğu şeyler genelde açık renkti.
Zifiri karanlıkları da oldu elbet, zindan karaları… İşte onlardı bu sabah hatırladıkları.

Aniden bir böğürtlen kokusu aldı uzaklardan, telaşlandı. Nerden çıkmıştı şimdi bu? Hızla mutfağa yöneldi ve bunu ancak bir kahve kokusunun bastırabileceğini düşündü. Kahvesi hazır olduğundaysa var gücüyle çekti içine o gücüne güç katan kokuyu. Tüm bunlar ağır çekimde oluyordu. Yaşadığının bile farkında değildi aslında kadın. Her şey yavaştı. Yavaş yürüyor, yavaş düşünüyor, yavaş nefes alıyordu. Uzun zaman sonra yetiştirmek zorunda olduğu bir şey yoktu. Yetişmek zorunda olduğu bir yer… Bugün de o ‘zaman’ la dalga geçiyor ve belki de ilk kez fast foodçu yaşama ayak uydurmadığını fark ediyordu.
Gülümsedi… Yavaşça…

Bugün onundu. Kendisinin ve diğerlerinin… Tabi ki hep birlikte evde olacaklardı, özledikleri yerde. İlk işi telefonun fişini çekmek oldu ve düşünmeden edemedi. Keşke her şeyin bir fişi olsa, o fiş çekilir çekilmez aktifliğini kaybetse her şey. Peki ya insanın kendi fişi olsa kendisi de onu çeker miydi acaba bir gün? Bunu düşünürken telefonun yanında uzun süre kalmış olacak ki, hırkasının telefonun yanındaki boncuk kâsesine takıldığını fark edemedi. Kendilerine özgü seslerle bir bir düştü yere renkli boncuklar. Yavaşça…
Onlar da bugünün seyrine ayak uydurmuşlardı işte. Bu ses oldum olası hem rahatlatır hem de ayıltırdı kadını ve bir kez daha işe yaramıştı ona göre.

Kendine ayırdığı bu günde bulduğu bir aralıktan içeri doğru sızıp kısa bir yolculuğa çıkacaktı. Ama korkuyordu. Ne beyni izin veriyordu bu yolculuğu yapmasına ne de başka şeyler… O kapı aralandıkça üşüyordu. Sanki her adım atışında daha çok titriyor, çıplaklaşıyor, başı bedeninden ayrılıyordu. Kokular, sesler, yüzler değişmeye başlamıştı. Kapı kapanıyordu. Yavaşça… Son anda yaptığı hamleyle bir hışım dönüverdi yeniden şimdiki zamanın huzurlu yatağına ve burnunun üzerine kadar çekti yorganını. Yanı başındaki aynanınsa üzerine yeşil bir bez örtmeyi geciktirmedi.

Uzun zaman sonra hayat ona izin vermişti. Zaman bile boynunu büktü oturdu kadının yanına ve kendisi dışındaki her şeyle iletişimini engelledi. Biliyordu ki, buna ihtiyacı vardı. Ama bunca şeye rağmen yapamadı kadın. Önce yarım yamalak giydiği ayakkabılarının sonra dizlerinin bağı çözüldü. Anladı ki artık hiçbir şeyle olan bağının çözülmesine gücü yoktu. Artık nedensiz, amaçsız kısa yolculukları, pembe- mor karışımı düşleri, patates kızartması tadında günleri yoktu ve olmayacaktı da.

Yattığı yerden doğruldu kadın, yorganı beline kadar indirdi ve düşündü. Onun artık şimdiki zamanda kalma vakti gelmişti. Dünün kırıntısında, yarının barakasında oyalanma lüksü yoktu. Kaçacak yeri de. İçindeki sesler de susmuştu bunca şeyin üzerine. Bir kelime etseler zılgıtı yiyeceklerini biliyorlardı demek. Bu suskunluk adına onlara teşekkür etti kadın. Ancak içlerinden biri cesaretle kadından aynaya bir kez daha bakmasını istedi. Kadın, önce huysuzlansa da aldı aynayı eline. Dakikalarca baktı aynaya, konuşmadan. Bildiği tüm mimikleri denedi aynadaki siluetinin üzerinde farkında olmadan. Yorgun düşmüştü, bir an önce uyumak istiyordu. Aynayı yeniden bırakmadan önce yapabildiği tek şeyse, ıslak gözleri ve büzdüğü dudağının eşliğinde aynada bıraktığı Monalisa gülüşüydü.
Aynayı bıraktı ve yatağına döndü kadın. Üzerini örtmedi bu kez. Yeteri kadar ısınmış olmalıydı. Aynaya arkasını döndü ve yüzünü duvara yasladı. Yatışı bir cenini andırıyordu.
Derin bir nefes aldı kadın ve gözlerini kapadı. Yavaşça…



Gonca CENGİZ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder